Anadolu’nun manevi mimarları: Yahyâ Efendi (Beşiktâşî)

Müslümanların her yıl heyecanla beklediği Ramazan Ayı’nın yaklaşmasıyla birlikte, İslam alimlerinin hayatlarını Ankara Masası mercek altına alıyor. Yaklaşık 2 ay sürecek yazı dizisinin üçüncü bölümünde Yahyâ Efendi'nin hayatı var.
Ankara Masası
|
06 Mart 2021, Cumartesi - 09:34
Anadolu’nun manevi mimarları: Yahyâ Efendi (Beşiktâşî)

Dua ordusunun komutanları, hayatlarını İslam dinini daha iyi anlatabilmek için adayanlar...

Onlar Allah dostları, gönül sultanları, Anadolu’nun manevi mimarları…

Söz sarrafı, gönül aynası Yûnus Emre Hazretleri'nin birbirinden değerli mısralarla anlattığı büyük gönül sultânı Ahi Evran Hazretleri'nden, ömrünü Hak ve ilim yoluna adayan Hacıveyiszâde Mustafa Efendi'ye; ilmi ve mâneviyâtıyla 18. yüzyıl tasavvuf ve kültür hayatını derinden etkilemiş Hazreti Pir Nûreddîn Cerrâhî'den, ezel dünyâsında verdiği söz üzere yaşayıp, ahde vefâsına tam bir sadâkatle, ebedî âlemin aşk-ı ateşiyle yanmış gönül sultânı Şeyh Vefâ Hazretleri'ne kadar İslam alimlerinin hayatları Ankara Masası okuyucusu ile buluşuyor.

Yaklaşık 2 ay boyunca sürecek yazı dizisinin üçüncü bölümü sizlerle...

Yahyâ Efendi (Beşiktâşî)

İlâhî ben garibe eyle inâyet

Senin vuslatına eyle hidâyet.

Felekler gibi ser-kerdân oldum.

Yitirdim ben beni hayran oldum.

Yanarım gece gündüz bu ateş ile

Yürürüm halk içinde bu ateş ile

Yüzümü su gibi sürerim yerlere,

Ararım bir devâyı dil bu yârelere

Ayağına olurum herkesin hâk

Kılar diye birisi kalbimi pâk.

Kurtaramaz kimse kendini şerden

Kim ola gidere, şerri beşerden

Kaldır Yâ Rab! Ara yerden hicâbı

Hevâyı, ateşi, ab ve türâbı.

(Yahyâ Efendi)

Hak ile arasındaki tüm perdeleri Allah ve Resûlü’nün aşk-ı ateşiyle kaldırmış, gönlünde yalnız ilâhî aşkı arzulamış ve yaratılan her şeyi o aşkın gözünden seyreylemiş bir gönül sultânıdır Yahyâ Efendi (k.s)…


İstanbul’da, Marmara denizinin Beşiktaş kıyısı tepesindeki türbesi günümüzde en çok ziyâret edilen makamlardan biridir. İstanbul’un âlim ve velîlerinin başında gelen Yahyâ Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân’ın da sütkardeşidir. Yaşadığı yüzyılda, Beşiktaş’ta pek çok bina inşâ ettirmiş, vakıflar kurup, bölgeyi ağaçlandırarak buranın çehresini değiştirmiştir. İstanbullu denizcilerin inanışına göre de Yahyâ Efendi, Aziz Mahmud Hüdâî, Yûşa Peygamber ve Telli Baba ile berâber Boğaz’ın dört mânevî bekçisinden biridir.

Yahyâ Efendi'nin doğum tarihi ve yeri

On altıncı yüzyılın en önemli ulemâ ve velîlerinden Yahyâ Efendi 1494 senesinde Trabzon’da dünyâya gelir. Doğduğu yıllarda babası Ömer Efendi Trabzon kadısıdır. Babası ârif ve âlim bir zattır. Annesi Afîfe Hâtun ise ilim ve terbiye sâhibi bir kadındır. Afîfe Hâtun’un Yahyâ Efendi’yi doğurduğu hafta, Trabzon’da bir şehzâde gelir dünyâya. O şehzade Kânûnî Sultan Süleyman’dır. Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan’ın sütü yeterli gelmeyince, ahlâkı ve ilmi ile nam salmış Afîfe Hâtun, Şehzade Süleyman’a sütannelik eder. Böylece geleceğin muhteşem sultânı ile velîsi sütkardeş olurlar. Sultan Süleyman, indinde büyük bir önem taşıyan ve kendisinden birkaç gün önce doğan Yahyâ Efendi’ye, ömrü boyunca ağabey diye hitab eder. Afîfe Hâtun’u da annesinden asla ayırmayarak sütanneliği hakkına özen gösterir.

Yahyâ Efendi'nin eğitim hayatı

İlk tahsilini, âlim bir zat olan babası Kadı Ömer Efendi’den almaya başlayan Yahyâ Efendi, okul çağına geldiğinde Trabzon’da yedi yıl boyunca iyi bir eğitim alır. Dönemin en önemli âlimlerinden kabul edilen, Müslihüddin Mustafa Sürûrî Efendi, Kara Davud Kemal Efendi ve Gürceyn Alaaddin Efendi gibi hocaların rahle-i tedrîsinden geçer. Yahyâ Efendi yüksek zekâsı ve üstün ahlâkı ile hocalarının gözde bir talebesi olur. Trabzon’da aldığı eğitimin ardından babası ve hocalarının isteğiyle İstanbul’a gider.

Osmanlı’nın başşehri İstanbul’a geldikten sonra, iki sene kadar Osmanlı Devleti’nin şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendi’nin sohbetlerine katılır. Yahyâ Efendi üzerinde, derin bir etki ve tesir bırakan Molla Cemâlî, halk arasında Zembilli Ali Efendi olarak tanınmıştır. Zîra Molla Cemâlî, evinin penceresinden her gün bir zembil sarkıtır, sorunu olanlar, dertlerini yazarak bu zembile bırakırlar. Akşam olunca da bu zembili çeker, sorunları cevaplayarak tekrar sarkıtır. Bu sebeple "Zembilli" lakabıyla anıla gelmiştir. Molla Cemâlî 23 yıl aralıksız olarak Sultan II. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî'ye de şeyhülislâmlık yapmıştır. Zembilli Ali Efendi’nin özel alâkasına mazhar olan Yahyâ Efendi, 1526 senesinde Zembilli Efendi’nin Hakk’a yürümesinin ardından Cambaziye Medresesi’nde müderris olur. Bu göreve gelmesiyle müderris lakabını alır ve halk arasında “Molla Şeyhzâde" olarak anılmaya başlanır.

Yahyâ Efendi, sırasıyla, Hacı Hasanzâde, Afdaliye ve Gebze Mustafa Paşa Medreselerine tâyin edilir. Altı yıl Mustafa Paşa Medresesi’nde görev yaptıktan sonra 1551 yılında Üsküdar Mihrimah Sultan Medresesi’nde eğitim vermeye başlar. Cömertliği ve hoşgörüsüyle halkın gönlünde özel bir yere sâhip olan Yahyâ Efendi, onların şikâyet ve serzenişlerini görmezden gelmeyerek, yeri geldiğinde, hakkı açıktan söyleyen biridir. Sadece Müslümanlar değil gayrimüslimlerin de çokça kapısını çaldığı Yahyâ Efendi, yaratılan her insanın, son nefesine kadar, Hakk’ın kapısında beklendiğini biliyordur. Kendisine müracaat edip, ölmüş gayrimüslimlerden vergi alındığından dem vuran bir Hıristiyan komşusunun hakkını aramak için, pâdişâhı bizzat uyaracak kadar âdil ve cesur biridir.

Yahyâ Efendi'nin Kânûnî Sultan Süleyman’a yazdığı mektup

O’nu Yahyâ Efendi yapan da işte bu yüksek ahlâktır. Öyle ki, sütkardeşi Kânûnî Sultan Süleyman’a yazdığı mektuplarla, onu hem uyarır hem de ona hocalık ve ağabeylik eder. Yahyâ Efendi, sultâna hal ve sözleriyle dünya saltanatının fâniliğini hatırlatan, gerektiğinde eksik yanlarını, yanlışlarını söyleyebilen beklentisiz bir dosttur da… Kânûnî’ye yazdığı ve Topkapı Sarayı’nda sergilenen o cesur ve içten mektuplardan birinin hikâyesi şöyledir;

Kânûnî Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin âkıbetini hayal eder, günün birinde “Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye derin derin düşünmeye başlar. Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi Yahyâ Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya karar verir ve güzel bir hatla kaleme aldığı şu mektubu gönderir Yahyâ Efendi’ye:

“Sen ilâhî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?”

Yahyâ Efendi’nin bu suallere cevâbı bir bakıma çok kısa, bir bakıma içinden çıkılmaz bir hal alır, zîra mektupta tek bir satırlık cevap vardır:

“Neme lâzım be Sultân’ım!”

Topkapı Sarayı’nda bu cevâbı hayretle okuyan Sultan Süleyman, okuduğuna bir anlam veremez. “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?” diye düşünerek kalkar, Yahyâ Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:

-Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!

Yahyâ Efendi:

-Sultânım sizin sorunuzu ciddiye almamak kâbil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim, deyince, Sultan çâresiz:

-İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “neme lâzım be Sultân’ım!” demişsiniz. Sanki “Beni böyle işlere karıştırma” der gibi bir anlam çıkarıyorum.” der.

İşte Yahyâ Efendi, cihan sultânının gözyaşları içinde dinlediği şu cevâbı verir:

-Sultânım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazînesi boşalır, halkın îtimat ve hürmeti sarsılır. Âsâyişe itâat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir.

Yahyâ Efendi'nin verdiği eğitimler

Sütkardeşi Kânûnî Sultan Süleyman’ın 1553 senesinde İstanbul’un ilk yüksek öğretim kurumu kabul edilen Sahn-ı Seman Medreselerini hayâta geçirmesiyle, Yahyâ Efendi de burada müderrislik yapmaya başlar. Zîrâ dîni ilimlerde olduğu gibi astronomi, hendese ve riyâziye konularında da ileri derecede bilgi sâhibidir. Tıp, geometri gibi alanlarda da eğitim veren ve iyi bir hekim de olan Yahyâ Efendi medrese hocalığının yanı sıra, Haseki Sultan Darüşşifâsı, Mihrimah Sultan Darüşşifâsı'nda müderris ve tabip sıfatıyla görev yapar.

Yahyâ Efendi Medresesi

1538 senesinde Beşiktaş sırtlarında aldığı araziyi zenginleştiren Yahyâ Efendi, bir taraftan müderrislik görevine devam ederken bir taraftan da buradaki külliyesini faaliyete geçirmiştir. 1555 senesinde emekli olunca insanlardan uzak­ta medrese, mescit, hamam ve çeşmeden müteşekkil kurduğu bu külliyeye ağırlık verir.

Beşiktaş’taki Yahyâ Efendi Medresesi’nin önemli unsurlarından biri de tıp medresesidir. Osmanlı'da medreseler, vakfiyelerinde müderrislerine tahsis edilen ücretlere göre yirmili, otuzlu, kırklı şeklinde bir derecelendirmeye tâbidir. Yahyâ Efendi Medresesi vakfiyesine göre, yirmili bir medrese iken 1541 senesinde otuzlu pâyeye yükseltilmiştir. Yahyâ Efendi'nin tamâmen şahsi gayretleri ile kurulan bu medresenin müderrisleri arasında, bir tabip, bir cerrah ve bir göz hekimi bulunması dikkat çekicidir. Medresenin kuruluş yıllarındaki kadrosunda Sahn-ı Seman müderrisliği olan Kara Câfer Efendi ve bilâhare Edirne Selimiye Medresesi'ne geçen Mehmed Efendi gibi devrin oldukça önemli isimleri de vardır.

Günümüzde geriye sadece bir câmi, türbe ve mezarlık kalmış olan bu arazide Yahyâ Efendi'nin kurduğu tıp medresesi 17. yüzyılın sonuna kadar faaliyetine devam etmiştir. Bütün bu faaliyetlerin mâliyeti, külliyeye vakfedilen akarlardan karşılanmış, hastaların tedâvisi ve ilaçları dahi çoğunlukla ücretsiz olarak, vakıf bütçesinden ödenmiştir. Şehrin o dönemdeki nüfus yoğunluğunu taşıyan mahallelerden uzak bir mahalde, âdeta kendi içinde müstakil bir yerleşim yeri niteliği taşıyan bu külliyede, tıp târihimizin az bilinen hâdiselerinden birisi de cereyan etmiştir:

Yusuf Sinan Râhikî'nin ağrı kesici icadı

Yusuf Sinan Râhikî, bazı keyif verici maddelere bağımlı olduğu gerekçesiyle Yeniçeri Ocağı'ndan atılmış bir askerdir. Yahyâ Efendi'nin himâyesine aldığı bu eski asker külliyede bulunan tıp medresesinin de talebelerinden biri olur. Burada tahsilini tamamlayan ve hekim sıfatıyla icâzetini alan Yusuf Sinan Râhikî, medreseden ayrılmaz. Bir yandan buraya müracaat eden hastalara hekim olarak hizmet verirken diğer yandan da bu vakıf medresesinde kendisine sağlanan imkânlarla bir takım denemeler yapar ve nihâyet kendisinin îcâdı olan "Berş-i Râhikî" adıyla bilinen ilacı da burada geliştirir. Afyon sakızı ve keten yaprağından elde edilen bu ilaç asırlarca ağrı kesici olarak ve anestezi amaçlı kullanılmaya devam etmiştir. Özellikle anestezi etkisini sağlayan uyuşturucu özelliğinden dolayı zaman zaman kötü amaçlı olarak kullanılması sebebiyle, bu ilacın üretimi sarayın kontrolünde gerçekleşmiş ve kontrollü olarak satılmıştır.

Yusuf Sinan'nın lakabı nereden geliyor?

Vefâtında Yahyâ Efendi türbesinin girişine defnedilen Yusuf Sinan, Râhikî lakabını da keyif verici maddelere bağımlılığından dolayı almıştır. Bu bağımlılığı sebebiyle ulûfesi kesilerek Yeniçeri Ocağı'ndan uzaklaştırılan Yusuf Sinan, kendisine sâhip çıkan Yahyâ Efendi sayesinde zamânının meşhur hekimlerinden biri hâline gelmiş, ayrıca bir de kendi adıyla anılan ve on dokuzuncu asra kadar kullanılan önemli bir ilacın mûcidi olmuştur.

İşte, dönemin şartları içerisinde, yeniçerilikten uzaklaştırılan, uyuşturucu madde bağımlısı birine sâhip çıkan ve hatta verdiği tıp eğitimi ile sağladığı çalışma imkânlarıyla onu zamânının en önemli hekimlerinden biri hâline getirebilen bir ahlak anlayışını benimsemiştir Yahyâ Efendi…

Yahyâ Efendi'nin  kabrinin başucunda bulunan şiir

Bunca zâhirî ve bâtınî ilme vakıf, zarif bir yaradılış sâhibi olan Yahyâ Efendi'nin bir diğer yönü ise şâirliğidir. Bir dîvan oluşturacak kadar şiir söylemiştir. “Müderris” mahlasıyla yazdığı şiirler tasavvufî mâhiyette olup çoğunlukla aruz vezninde yazılmıştır. Kabrinin, başucunda bulunan taştaki şiiri şöyledir:

Mürşide îr mürşide sen,

Göresin Hâlık-ı ahsen.

Kalksın ağyar cümle bir ten,

Göresin Hâlık-ı ahsen.

Hakdan edersen suâl,

Cümle âlem zıl ve hayâl

Hayâlime gel olma melal,

Göresin Hâlık-ı ahsen.

Yahyâ Efendi’nin halkın her zümresinden müridi vardır. Vakıf olduğu ilimler sebebiyle, medresede kâh bir şâir kâh bir tabip kendisinden ilim irfan öğrenmiştir. İnsanları ayırmadan, “âşık” diye seslenen Yahyâ Efendi’nin kapısından ayrılmayan büyük bir âşık vardır: Âşık Çelebi. Meşâirü’ş-Şuarâ adlı eserini hazırlarken Yahyâ Efendi’yi ziyâret edip, onunla istişâre etmek isteyen Âşık Çelebi, kitabına kendisinin şiirlerinden birini almak istediğini söyler. Âşık Çelebi’nin bu isteğini geri çevirmeyen Yahyâ Efendi, kendi hatlarıyla yazdığı,

‘’Hep gelenler yana yana geldi gitti dünyâdan

Şimdi nevbet bana geldi, döne döne yanayım.’’

beyitlerini kendisine hediye eder.

Eşi Şerife Hâtun'la örnek bir ömür süren Yahyâ Efendi’nin İbrâhim ve Ali isminde iki oğlu vardır. Âilesiyle Beşiktaş’a yerleşerek, yıllarca külliyenin zenginleşmesi için emek harcayan Yahyâ Efendi, sabırla muhteşem bir ilim ve irfan meclisi kurar. Cömertliği, yardımseverliği, yüksek idrâkiyle meşhur Yahyâ Efendi, darda kalanın hâmîsi, kimsesizlerin kimsesi olur. Yaptığı her işte Allah ve Resûlü’nün emir ve yasaklarını gözeten Yahyâ Efendi, yol üzerinde herkesin gelip geçtiği bir yerde, çok güzel bir çeşme yaptırır. İnşaatını da bizzat üstlendiği çeşmenin kitâbesi için yazdırdığı şu beyit meşhurdur:

“Bina târihi bu inşâlar olsun

Konup içenlere sıhhatler olsun”

Yahyâ Efendi'nin ölümü

Son akçesine kadar fakir ve muhtaçlara dağıtan, hatta ziyâretine gelenlerin kayık kirâsını dahi kendisi verecek kadar cömert bir yaratılışta olan Yahyâ Efendi, 1571 senesinin Kurban Bayramı’nda Hakk’a yürür. Sağlığında fakirinden zenginine, sanatkârından esnafına, Müslüman’ından Hıristiyan’ına kadar birçok gönüle giren Yahyâ Efendi’nin vefat haberi İstanbullular’ı derinden üzer.

Şeyhülislâm Ebu Suud Efendi tarafından kılınan cenâze namazı öylesine kalabalıktır ki, o gün İstanbul’dan Beşiktaş’a kayık ücretinin beş akçeye yükseldiği rivâyet edilir. Kılınan cenâze namazından sonra, vasiyeti üzerine tekkeye getirilen Yahyâ Efendi, sağlığında kendisinin belirlediği bugünkü yerine defnedilir. Sultan II. Selim de bu kayıptan çok etkilenir. Zîra babası Kânûnî Sultan Süleyman’ın sütkardeşi Yahyâ Efendi’yi sık sık ziyâret etmiş, nasîhatlerinden faydalanmış ve dâima kendisine hürmet gösterip hatırını sormuştur.

Yahyâ Efendi, Üveysi olsa da kendisinden sonra gelen talebeleri Nakşibendî tarîkatına temâyül etmişlerdir. Hakk’a yürüyene kadar saraydan tâzim ve hürmet gören Yahyâ Efendi’nin vuslatından sonra da, saray mensubları türbenin, dergâhın onarım bakım ve her türlü ihtiyacını karşılamışlardır.

Yahyâ Efendi Külliyesi’nin bir özelliği de kabristanının gerek saray gerekse halk tarafından büyük rağbet görmesidir. Kânûnî Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Hatice Sultan başta olmak üzere, birçok saray mensûbu, devlet görevlisi, şâir ve sanatçı, Yahyâ Efendi’ye komşu olmak ister. Bu sebeple Yahyâ Efendi Kabristanı külliye içinde büyük yer kaplayıp, önem teşkil etmektedir. Asırlar sonra ise burası büyük bir kabristan hâline gelmiştir.

Yahyâ Efendi Külliyesi'nin restore edilmesi

Yahyâ Efendi Külliyesinin inşâsı 1538 yılında bizzat Yahyâ Efendi tarafından başlatılır ve kısa sürede büyük bir uğraşla sağlığında tamamlanır. Hakk’a yürümesinin ardından ise kendisine derin bir saygı ve sevgisi olan Sultan II. Selim kabri üzerine, tasarımı Mîmar Sinan'a âit olan, set üstünde kâgir ve tek kubbeli bir türbe inşâ ettirir. Bu sırada tekke de genişletilerek yeniden yapılır. 1812'de Sultan Mahmud tarafından tâmir ve tezyin edilip yeni derviş hücreleri eklenerek tekke büyütülür. Son olarak 1873 târihinde restore geçiren Yahyâ Efendi Külliyesi, 2013 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yeniden restore edilir.

400 yılı aşkın bir zamandır İstanbul’un güzîde bir sırtında Hak âşıklarının, gönül dostlarının, irfan yolcularının ziyâretgâhıdır Yahyâ Efendi türbesi…

Nedir örf ve izâfetler?

Nedir zevki ziâafetler?

“Müderris” yanmış isen,

Geç halâs ol nur nârından,

Ârif ol ey gönül sen,

Kalma sakın zevâle.

Hakk’a yarar iş eyle,

Aldanma hiç hayâle (Yahyâ Efendi)

Kurduğu külliye ve vakıf ile nice ilim ve irfan sâhibi insan yetiştirmiş, halk içinde Hak ile yaşayıp, halka hizmeti Hakk’a hizmet bilmiş büyük bir âlim ve velîdir Yahyâ Efendi. Allah ve Resûlü’ne bağlılıkla süren bir ömürden geriye kalan nice hayır ve hasenatın mîmârı olmuş, âşıkların gönlünde her dâim hayat bulmuş bir gönül sultânıdır Yahyâ Efendi (k.s)...

Yazan: Nevin Şahin

http://www.ankaramasasi.com/haber/629781/anadolunun-manevi-mimarlari-yahy-efendi-besikts
İlginizi Çekebilir

Yorumlar (0)

Yorumunuz İletilmiştir.