Anadolu'nun manevi mimarları: Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri

İslam alimlerinin hayatlarını Ankara Masası mercek altına alıyor. Yaklaşık 2 ay sürecek yazı dizisinin 52. bölümünde Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'nin hayatı var.
Ankara Masası
|
14 Haziran 2021, Pazartesi - 10:16
Anadolu'nun manevi mimarları: Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri

Dua ordusunun komutanları, hayatlarını İslam dinini daha iyi anlatabilmek için adayanlar...

Onlar Allah dostları, gönül sultanları, Anadolu’nun manevi mimarları…

Söz sarrafı, gönül aynası Yûnus Emre Hazretleri'nin birbirinden değerli mısralarla anlattığı büyük gönül sultânı Ahi Evran Hazretleri'nden, ömrünü Hak ve ilim yoluna adayan Hacıveyiszâde Mustafa Efendi'ye; ilmi ve mâneviyâtıyla 18. yüzyıl tasavvuf ve kültür hayatını derinden etkilemiş Hazreti Pir Nûreddîn Cerrâhî'den, ezel dünyâsında verdiği söz üzere yaşayıp, ahde vefâsına tam bir sadâkatle, ebedî âlemin aşk-ı ateşiyle yanmış gönül sultânı Şeyh Vefâ Hazretleri'ne kadar İslam alimlerinin hayatları Ankara Masası okuyucusu ile buluşuyor.

Yaklaşık 2 ay boyunca sürecek yazı dizisinin 52. bölümü sizlerle..

AZİZ MAHMUD HÜDÂÎ HAZRETLERİ

Buyruğun tut Rahmân'ın, tevhîde gel tevhide

Tâzelensin îmanın, tevhîde gel tevhîde.

Yaban yerlere bakma, canın odlara yakma

Her gördüğüne akma, tevhîde gel tevhîde.

Ömrü boyunca hâliyle, nasîhatleriyle, nice beyitlerle insanlığı Allah’ın birliğine, İslâm’ın nûruna çağırmış bir ilmî deryâdır gönül sultânı Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri (k.s)...

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin yolu, izi, aynası Resûlullah Efendimiz olmuştur. Zâhir ve bâtın nûruyla nurlanmış, ilâhî aşkla nefes alıp vermiş İstanbul velîlerindendir. Yüzyıllar geçse de ne adı anılmaktan, ne de nice taşlı yollar aşılıp İstanbul Üsküdar’daki makâmı ziyâretten geri kalmıştır.

Dertli gönüller, âşıklar, mâşuklar Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin muhabbetiyle, asırlar önce dört bir yandan dergâhına akın ederken, bugün de nice gönüller, makâmında bir Fâtiha okuyarak dillere destan olmuş o meşhur duâsına nâil olabilmenin ümîdini taşırlar:

Ya Rabbi,

Sağlığımızda bizi, vefâtımızdan sonra kabrimizi ziyâret eden ve türbemizin önünden geçtiğinde Fâtiha sûresini okuyanlar bizimdir. Bizi sevenler denizde boğulmasın, âhir ömürlerinde fakirlik çekmesin, îmanlarını kurtarmadıkça göçmesin…”

Böylece, bu meşhur duâ asırlarca dilden dile, gönülden gönüle yeşermiş ve Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin makâmı da bir an olsun Fâtiha’sız kalmamıştır.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'nin doğum yeri ve yılı

Allah aşkı ile yanan, ilim ve irfan sâhibi büyük Allah dostu Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, 1541 senesinde Ankara Şereflikoçhisar’da dünyâya gelir. Adı Mahmud’dur. Şiirlerinde kullandığı Hüdâî mahlası kendisine biricik Hocası Üftâde Hazretleri tarafından verilmiştir Celvetî şeyhi olması hasebiyle sevenleri hürmetten adının önüne “Aziz” ismini getirir. Fazlullah Mahmud bin Mahmud’un oğlu olan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerinin soyundan gelmektedir. Yani peygamber torunudur; seyyiddir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'nin hayatı

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin çocukluğu Sivrihisar'da geçer. Tahsil hayâtının ilk yıllarına burada devam ederken, daha sonra eğitim imkânlarının çok daha iyi olması sebebiyle İstanbul’a gider. İlme çok düşkün, keskin bir zekâya sâhip olan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri gençliğinde idealistliği ve çalışkanlığı ile öne çıkar.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, İstanbul’da müderris Nâzırzâde Ramazan Efendi’den ilim öğrenir. Bu sırada da bazı Halvetî tarîkatı şeyhlerinin sohbetlerinde bulunur. Zâhirî ilimlerde hızla yol alırken bu sohbetler vesîlesiyle tasavvuf ilmiyle de yakın bağ kurar.

Talebeliği boyunca durmaksızın ilim öğrenen Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, 1569 senesinde İstanbul’da medrese tahsilini tamamlar. Hocası Nâzırzâde’nin Edirne müderrisliğine tâyin edilmesi üzerine onunla Edirne’ye gider. Burada müderris yardımcısı olarak yine hocası Nâzırzâde Efendi ile berâber olur. Hatta hocasının Şam ve Mısır kadısı olduğu dönemlerde de ona nâiblik yani vekillik yapar.

Edirne’de bulunduğu zaman zarfında yine Halvetî şeyhleriyle görüşür. 1573 senesinde Nâzırzâde’nin Bursa kadılığına atanmasıyla, Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri de Bursa Ferhâdiye Medresesi’ne müderris ve aynı zamanda Câmi-i Atîk mahkemesinde de kadı vekîli olur. Bundan sonra öğrendiği fıkıh yani hukuk bilgisi ile halkın dâvâlarına bakmaya başlar.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, ciddî bir ilim tahsilinin yanı sıra tasavvufla da gönül âlemini doldurur. Kadılık döneminde de sohbetlere vaazlara devam eder. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri görevine devam ederken bir süre sonra gördüğü bazı rüyâların tesirinde kalır ve sonrasında mahkemede yaşadığı bir hâdiseden çok etkilenir. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin yani Kadı Mahmud’un karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden farklı bir dâvâ çıkar. Bu dâvâ Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin de bundan sonraki yolunu belirleyecektir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri yani "Kadı Mahmud"

Bir kadın gözyaşları içinde kocasından şikâyetçi olur. Kadın kendisini dinleyen Kadı Mahmud’a şunları söyler:

-Kadı Efendi! Kocam her sene Hacc’a gitmeye niyet eder, fakat fakirlikten dolayı bir türlü gidemez. Bu sene de “Hacc’a gideceğim” diye tutturdu. Hatta "Eğer bu sene Hacc’a gidemezsem seni boşayacağım!" dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp Hacc’a gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu Kadı Efendi? Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!

Kadı Mahmud Efendi, şaşkındır. Yapılan şikâyet üzerine kadının kocasını çağırtır ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sorar. Adamın şu cevâbı Kadı Mahmud’u daha şaşırtır:

-Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten Hacc’a gidip gelmiş bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde bazı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için bir takım hediyeler emânet ettim, der.

Kadı Mahmud Efendi hayretle sorar:

-Bu nasıl olur efendi?

Adamcağız da anlatmaya başlar:

-Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede'ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe'deydim.

Böylesi bir hâdiseye ilk defa şâhit olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifâdelerini kabul etmez. Adam, saf, fakat mânîdar bir cevapla haykırır:

-Kadı Efendi! Allahû Teâlâ’nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyâyı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul niçin bir anda Kâbe'ye gidemesin?

Kadı Mahmud Efendi de, bu cevâbı gayet mânîdar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne erteler. Hacılar döndüğünde ise yaptığı soruşturma netîcesi öğrendikleri karşısında büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde dâvâyı iptal etmek zorunda kalır. Bursalı hacılar bu adamı Hac vazîfesini yaparken gördüklerini söyler.

Bu hâdise sonucu kadılık görevini bırakırken, adamın sözleri de Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin kalbine bir mızrak gibi saplanır. Allah’ın kudretini her an ikrar ederken nasıl olur da O’nun kudretine şaşırır. Hem kimdir bu Eskici Mehmed Efendi? Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin gönlüne damlayan su birikmiş, akacak pınar aramaktadır. Soluğu Eskici Mehmed Dede’de alır. Hakîkat ve aşk deryâsına dalabilmek için Eskici Dede’ye intisab etmek ister lâkin Dede’den şu cevâbı alır:

-Kadı Efendi! Nasîbiniz benden değil, zamânın mürşid-i kâmili Muhammed Üftâde Hazretlerindedir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri şaşkındır. Eskici Mehmed Dede gitmesi gereken adresi açıkça vermiştir. Gönlünde coşkun bir istek ve muhabbetle Kadı Mahmud, Üftâde Hazretlerinin dergâhına yönelir. Yolda atının ayağı taşlara saplanınca yürüyerek yola koyulur. Giyim kuşamı son derece intizamlı ve gösterişli bir halde dergâha ulaşır. Üftâde Hazretlerine talebesi olmak istediğini söyler. Meşhur Bursa kadısı Mahmud Efendi'yi şâşaalı kaftanlar içinde gören Hazreti Pir, Kadı Efendi'nin niyet ve samîmiyet derecesini iyice ölçmek istercesine müridliğe hemen kabul etmez. Aralarında, sonrasında Mahmud Hüdâî’yi “Aziz” kılacak şu konuşma geçer:

-Gidin Kadı Efendi! Sizin şöhrete boğulmuş, mal ve makam debdebesi içinde şâşaalı bir hayâtınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zaten atınız bile buraya gelmek istemediğinden kayalara saplanmadı mı?

Gördüğü bu açık kerâmet karşısında hayret içinde kalan Kadı Mahmud Efendi, karârını verir ve gönlü bu sözler karşısında teslim olur. Hemen Üftâde Hazretlerinin arkasından koşup:

-Efendim! İrâdesiz ve şaşkın bir vaziyetteyim. Âdeta dipsiz bir uçuruma düşer gibiyim. Ne olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu bîçâreyi müridiniz olmakla şereflendiriniz, der.

Bunun üzerine tebessüm eden Üftâde Hazretleri, dervişlik için kadılık ve müderrisliği bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtmasını ister. Ardından da Kadı Mahmud'u Aziz Mahmud Hüdâî yapacak istek gelir. Üftâde Hazretleri, Kadı Mahmud’un sırtındaki kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını, ayrıca dergâhın helâ temizleyicililiği vazîfesini yapmasını ister.

Kadı Mahmud canla başla kabul eder bu görevi. Alır ciğeri, iner Bursa sokaklarına. Önce çekinir insanların arasına karışmaya ama O'nu sırtındaki süslü kaftanıyla ciğer satarken gören ahâlinin “Bizim Kadı Efendi, delirmiş galiba”, “Kadılığı bırakmış ama kaftanını bırakamamış zavallı!” şeklindeki sözleri O’nu cesâretlendirir ve daha da şevklendirir. Bu sözlere aldırmadan üstâdının verdiği görevi yerine getirmeye çalışır. İşte Kadı Mahmud, o gün üzerinde kaftanıyla ciğer sattığı Bursa sokaklarında bırakır kalbindeki kesâfeti…

Üftâde Hazretlerine teslim olmasıyla kemâle eren Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri verilen her vazîfeyi îtirazsız, aşkla yerine getirir. Nefsindeki varlık emâresini yok etmesi uzun sürmez. Lâkin daha kendisi de bunu yok edip etmediğini bilmiyordur.

Bursa’nın en meşhur kadılarından biriyken sokakta ciğer satıp, helâ temizleyen koskoca Kadı Mahmud yerine yeni bir kadının atandığını işitir. Bir an gönlüne bir vesvese gelir Kadı Mahmud’un:

-Demek yerime yeni bir kadı geliyor! Ah bîçâre Mahmud, sen böylesine şerefli bir mesleği bıraktın da, tuttun helâ temizleyiciliği yapıyorsun! Söyle bakalım, bunca yıldır ne kazandın?

Bir anlık bu vesvese Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerini öyle üzer ki içini derin bir keder kaplar. Tövbe üstüne tövbe, istiğfar üstüne istiğfar eder. Sadece kalbine gelen, dilinde söz bile olmayan bu düşünceden büyük pişmanlık duyar. Günlerce yemeden içmeden kesilir. Kadı Mahmud, bu hâle o kadar üzülür ki, nefsini cezalandırmak için neredeyse helâyı sakalları ile temizlemeye kalkar. Müridinin bu pişman ve içli hâlini gören Üftâde Hazretleri tebessüm ve şefkatle, "Evlâdım Mahmud! Bilirsin ki sakal mübârek bir sünnet-i seniyyedir" diyerek Aziz Mahmud Hüdâî’ye mâni olur. Ardından bundan sonra kendisinin hizmetinde bulunmasını ister.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri artık biricik mürşidinin dizinin dibindedir. Hocası Üftâde Hazretlerinin her ânı, her sohbeti, her irşâdına şâhittir. Tam bir edep ve erkân içinde hizmete devam eden Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri hiç aksatmadan her sabah hocasına ibrikle abdest suyunu hazırlar ve bekler. Bir kış günü Kadı Mahmud, biraz gecikerek kalkar. Bu sebeple şeyhinin suyunu ısıtmaya vakit bulamaz. Büyük bir üzüntüye kapılır ve gözlerinden yaşlar akar. İbriği göğsünün üzerine bastırarak "Allah" der. Şeyhi abdest almak için ellerini uzatır. Bîçâre kalan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri endişe içinde suyu mürşidinin ellerine dökmeye başlar. Su, Üftâde Hazretlerinin mübârek ellerine değer değmez, tebessüm ederek şöyle der:

-Su biraz fazla ısınmış evlâdım!

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri hayrete düşer:

-Nasıl olur Efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!

Üftâde Hazretleri bunun üzerine Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerine şu latif cevâbı verir:

-Evlâdım, farkında değilsin. Bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış…

Bu halden sonra hocası Üftâde Hazretleri müridinin seyr u sülûkunu başarıyla tamamladığını anlar. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri girdiği sıkı bir riyâzetle nefsinin terbiyesi yolunda başarı gösterir. Artık gönlü Hakk'a ram eder. Üftâde Hazretleri müridinde şevk, gayret, Allah aşkı ve ateşiyle yanan bir gönül görür. Aziz Mahmud, diğer dervişlerden çok farklıdır. Üftâde Hazretleri onun hâlinde, zâhir ilimlerinin gönlündeki bâtınî tezâhürünü seyreder. Artık Hüdâî olma zamânıdır. Önce Kadı Mahmud, sonra Mahmud olan ismine şimdi, şeyhinden yadigâr kalacak “Hüdâî” ismi eklenecektir.

Üftâde Hazretlerinin müridleri ile kır sohbeti yaptığı bir gün bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak şeyhlerine birer demet çiçek getirir. Ancak Aziz Mahmud’un elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardır. Dervişler birbirinden güzel bu çiçekleri hocalarına takdim eder. Aziz Mahmud ise boynunu bükerek kırık ve solmuş bir çiçeği verir mürşidine. Üftâde Hazretleri, Aziz Mahmud’u kıskanan diğer dervişlerin O’ndaki zarâfet ve naifliği anlamaları için şu soruyu sorar:

─Evlâdım Mahmud, herkes demet demet çiçek getirirken, sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?

Aziz Mahmud’un, cevâbı diğer dervişlerin de gönüllerini açar:

─Efendim! Size ne takdim etsem azdır. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu "Allah Allah" diyerek Rabbi'ni tesbîh eder bir halde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mâni olmaya râzı olmadı. Çâresiz ben de elimdeki şu tesbîhine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım.

Bu mânâ ve merhamet dolu cevâba son derece memnun olan Üftâde Hazretlerinin dilinden o anda şu sözler dökülür:

─Hüdâî, Hüdâî… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâî olsun… Ey Hüdâî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin!

Üftâde Hazretleri bu vesîle ile hem bu gönlü îman dolu dervişi kıskanan diğer dervîşânı susturur hem de müridinin hakkını verir. Bundan böyle Kadı Mahmud Efendi, Mahmud Hüdâî olur. Üstün ve müstesnâ mânevî mertebesi dolayısıyla da hürmeten ismine "Aziz" sıfatı eklenir. Böylece büyük gönül sultânı, “Aziz Mahmud Hüdâî” diye anıla gelir.

Mahmud Hüdâî Hazretleri üç sene gibi kısa bir zamanda Üftâde Hazretlerinin en gözde müridi, göz nûru olur. Hüdâî Hazretlerinin bu yükselişi eski dervîşândan bazılarını rahatsız eder. Üftâde Hazretleri bunun farkındadır. Mahmud Hüdâî’nin nasıl böylesine gözde bir talebe olduğunu dervîşânına göstermek ister.

Dervişlerin hepsine birer tane tavuk verir, "Bunu hiç kimsenin görmediği bir yerde kesip bana getirin!" der. Dervişlerin hepsi verilen tavuğu kesmek için bir yer arar. Bir süre sonra her biri verilen tavuğu kesmiş olarak geri döner fakat Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri canlı tavukla çıka gelir.

Üftâde Hazretleri sorar:

─Sen niçin kesmedin Hüdâî?

İşte Hüdâî kendisini diğer dervîşandan ayıran o yüksek idrak ve olgunlukla cevap verir:

─Efendim siz bana bu tavuğu hiç kimsenin görmediği bir yerde kesmemi emrettiniz. Ben Allah'ın bulunmadığı, beni görmediği bir yer bulamadım.

Bu cevaptan sonra Üftâde Hazretleri etrâfındakilere: "İşte ben, ondaki bu güzel hal için kendisine özel muamele ediyorum!" diyerek dervîşâna ayna tutar.

Artık Mahmud Hüdâî’nin irşad zamânı gelmiştir. Hocası Üftâde Hazretleri kendisini memleketi Sivrihisar’a halîfe tâyin eder. Burada ancak altı ay kadar kalabilen Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri mürşidini özler ve ziyâret etmek için tekrar Bursa’ya döner. Son demlerini yaşayanbiricik şeyhi de sanki O’nu beklemektedir. Üstâdına büyük bir gönül bağlılığı içinde hizmet eden Hüdâî şeyhi için vuslatın kapıda olduğunu anlamıştır.

Hakk’a yürümesine yakın bir zamanda hâlâ kendisine şevkle hizmet eden halîfesine nasîhatlerde bulunur ve Mahmud Hüdâî’ye öylesine içten: “Pâdişahlar ardından yürüsün” diyerek duâ eder ki, bu duâ pâdişah Sultan Ahmed’in Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin ardından yürümesiyle gerçek olur.

Hocasının Hakk’a yürümesinin ardından Rumeli’ye giden Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri Trakya ve Balkanlar’da bir süre kaldıktan sonra tekrar İstanbul’a döner. Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin delâletiyle tâyin edildiği Küçük Ayasofya Câmii Tekkesi’nde sekiz yıl şeyhlik makâmında bulunur. Bir yandan da Fâtih Camii’nde vâizlik yapıp tefsir ve hadis okutur.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri ve  Hüdâî Dergâhı

Müridânın sayısı artmış ve artık kendilerine âit bir dergâh ihtiyâcı hâsıl olmuştur. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, 1589 yılında Üsküdar’da Hüdâî Dergâhı’nın bulunduğu yeri satın alır. Dergâhın inşaatıyla daha yakından ilgilenmek için de Rum Mehmed Paşa Câmii civârına taşınır. 1595’te dergâhın inşaatı tamamlanır. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, 1599 yılında Fâtih Câmii vâizliğini bırakarak Üsküdar Mihrimah Sultan Câmii’nde Perşembe günleri vaaz vermeye başlar. Sohbetleri, nasîhatleri ve zarif hâli dilden dile dolaşan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin Üsküdar'da açılan dergâhı, kısa zamanda her tabakadan insana hitab eden bir mânevîyat ve irfan mektebi hâline gelir. Şeyh Üftâde’nin halîfesi ve Celvetiyye tarîkatının pîri olarak, ehl-i sünnet çizgisine sıkı sıkıya bağlı olan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri ömrünün sonuna kadar bu dergâhta halka hizmet eder. Vermiş olduğu hutbeler, tefsir ve hadis dersleri; tavsiyeleri, kerâmetleri, menkıbeleri ve hepsinden daha önemlisi hüsn-ü hâliyle toplumun her kesiminden insana sînesini açar. Yolda kalana yol gösterilen, darda kalana ferahlık lûtfedilen, sığınılan, huzur bulunan bir kapıdır Üsküdar dergâhı. Gelene git, gidene gel denmeyen bir ilâhî aşk ve nur kapısıdır bu kapı… Varlıkta yokluğun, yoklukta ümîdin kapısıdır. Bu kapı, Allah ve Resûlü’ne âşıkların kapısıdır.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerine sadece halk îtibar göstermemiştir. Sekiz cihan sultânı gören Hüdâî Hazretleri, o sultanların her birinden büyük hürmet ve muhabbet görmüştür. Özellikle III. Murad, I. Ahmed, II. Genç Osman ve IV. Murad, Hüdâî Hazretlerinin yakın irşâdına mazhar olur. Hatta Hüdâî Hazretleri, IV. Murad'ın kılıç kuşanma merâsiminde bizzat bulunur ve âdet olduğu üzere Eyüp el-Ensârî Hazretlerinin türbe i saadetlerinde Hazreti Ömer'in kılıcını yeni pâdişâha bizzat kuşandırır.

Bir asra yakın ömür süren gönül sultânı Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, eserleri, sohbetleri, irşad, vaaz ve nasîhatleri ile Müslümanların yolunda ışık olur. İlim, tasavvuf ve edebiyat alanında derin bir bilgi ve tecrübesi bulunan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri sâhip olduğu zâhirî ve bâtınî liyâkat sebebiyle de hem pâdişahların hem de bütün tebaanın sevdiği bir Hak dostu olarak yaşar.

Osmanlı'nın yükselişten yavaş yavaş duraklamaya doğru geçtiği dönemde yaşayan Hüdâî Hazretleri, kendisinden nasîhat isteyen sultanlara âdil, gayretli ve merhametli olmalarını tavsiye eder. Çünkü O’nun devri, saadetle felâketin birbirini tâkip ettiği çileli bir zamâna rastlamaktadır. Zîra siyâsî bakımdan gittikçe artan ve sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye başlar. Askerdeki disiplin ve nizâmın sarsılmasına, II. Genç Osman'ı katletme derecesine ulaşan acıların hepsine şâhit olur Hüdâî Hazretleri.

Öyle ki, devlet idâresinde azl ve nefyedilen kimselerin ve cemiyette zuhur eden kargaşadan kaçanların yegâne sığındıkları yer, onun dergâh-ı şerîfi olur. Nitekim Halil Paşa, Dilâver Paşa ve Ali Paşa gibi devlet adamları, başları her dara düştüğünde bu dergâha sığınır. Osmanlı bu dergâha her zaman hürmet ve ihtimam göstermiş ve o kapıya sığınan hiç kimseye dokunmamıştır.

Hüdâî Hazretleri ile Sultan Murad’ın arasındaki mektup

Büyük gönül sultânı, İstanbul'a geldiği yıllarda Osmanlı tahtında bulunan III. Murad’ı mektupları ile irşad etmiş belki de etrâfındaki kimselerin söylemeye cesâret edemeyeceği nasîhat ve uyarılarda bulunmuştur. Hüdâî Hazretleri ile Sultan Murad’ın arasındaki o mektupların birinde şunlar yazmaktadır:

"Sultânım! Şeriat gemisine binip takvâ yelkenlerini açarak hakîkat denizinde Hakk'a muhabbet rüzgârıyla îtidal ve istikâmet üzere yol al! Zâhirîn ve bâtının şartlarını, yani şeriat ahkâmı ile tarîkat ve hakîkat esaslarını tam olarak yerine getir! Adâlet dedikleri, işte budur!

Saadetli Pâdişâhım! Sizin saltanatınız zamânında olan kuvvet, kudret ve şevket hiçbir zaman olmamıştır. Ancak biliniz ki, Allah ve Resûlü’nün biricik arzusu, zulmün kaldırılıp adâletin ikâmesidir. Bid’atlerin atılıp sünnetlerin icrâsıdır.

Sultânım! Allah’ın kulları sizden şefkat ve merhamet bekler. Eğer halka şefkat ve merhametle muamelede bulunmazsanız ihânet etmiş olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler. Yapa geldikleri hayır duâyı da keserler.

Sultânım! Sakarya suyunu geçip odun tedârikini murad etmişsiniz. Halk bundan çok memnun olmuştur. Zîra ihtiyaç çoktur. Merhum dedeniz Sultan Süleyman Han, Kâğıthâne suyunu getirip halka bununla ziyâfet çekmişti. Siz de odun getirerek fukarâyı sevindirdiniz.

Sultânım! Bizim işimiz ashâb-ı gurur ve gaflet olanları nasîhat ve vaaz ile îkaz ve irşad eylemektir. Takvâ yoluna girip amel-i sâlih işlemeye teşviktir. Böylece ıslah edici sâlihlerden olmak, Cenâb-ı Allah’tan murâdımızdır. Müfsitlerden olmaktan Allah’a sığınırız. "

Değerli nasîhat ve irşadlarının dışında Hüdâî Hazretleri, Ferhat Paşa ile Tebriz seferine de katılarak orduya mânevî kumandanlık yapar. Evliyâ Çelebi, yedi pâdişâhın Hüdâî Hazretlerinin elini öptüğünü, büyük velînin 170 bin müride irâdet yani el verdiğini belirtir.

Şimdi Hocası Üftâde Hazretlerinin, “pâdişahlar ardınca yürüsün” duâsının kabul olunma zamânıdır. Bir gün Sultan Ahmed, Üsküdar'da çarşıdan geçerken, Hüdâî Hazretlerinin alış-veriş yaptığını görür. Hünkâr bu esnâda at üstündedir. Derhal atından inerek, şeyhinin elini öper ve atına binmesi için ricâda bulunur. Bir müddet Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri at sırtında önde ve pâdişah da yaya olarak ardınca yürürler. Kısa bir süre sonra Mahmud Hüdâî Hazretleri dünyâyı titreten koca bir pâdişâhın, arkasında yaya yürümesine rızâ göstermez ve dudaklarından yüksek anlayış ve nezâket dolu şu cümleler dökülür:

-Sultânım! Sırf hocam Muhammed Üftâde Hazretlerinin duâsı ve emri yerine gelsin diye ata bindim. Çünkü O, "Pâdişahlar ardınca yürüsün" diye duâ etmişti.

Hüdâî Yolu

Bu sözlerin ardından attan inip yerine yeniden Sultan Ahmed’i bindirip yola devam eder. İşte böylesine zarif yaratılmış olan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri sultanların, halkın ve nihâyet denizcilerin de pîridir. Zîra vaazlar ve sohbetler sebebiyle sık sık Üsküdar’dan Anadolu yakasına geçen Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri ve müridleri bir gün çok sert bir fırtınaya yakalanır. Hüdâî Hazretleri o esnâda şu dörtlüğü okur:

Allâhümme ya Hâdî,

Asan eyle yolumuz

Sehl-i ubûru’l-vâdî,

Tez geçir, tut elimiz!

Onun bu şiir şeklinde yaptığı niyâzına Allah’tan oracıkta cevap gelir. Duânın hemen akabinde deniz sâkinleşir, dalgalar küçülür. Allah’ın izniyle kayığın tâkip ettiği yol, sükûn bulur ve selâmetle karaya ulaşırlar. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola hâlen "Hüdâî Yolu" denmektedir.

Bu yolu bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu tâkip ederler. Bu durum, Hüdâî Hazretlerinin günümüze kadar uzanan bâriz kerâmetlerindendir. “Hüdâî Yolu” beş asırdır denizcilerin dalgalardan ve fırtınalardan sığındığı güvenli bir yol olmuştur. Bugün birçok bilim adamı lodoslu havalarda Boğaz vapur seferlerinin sadece Üsküdar-Eminönü hattında yapılabilmesini hayretle karşılamaktadır. Osmanlı Devleti'nin son günlerine kadar Boğaz'da deniz seferi yapan kaptanlar yolcularını, Üsküdar'dan geçerken Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz'dan geçerken de Hazreti Yûşâ’ya "Fâtiha”ya dâvet etmişlerdir.

Bir asra yakın süren ömründe sekiz pâdişâhın kendisinden duâ ve nasîhat istediği Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri her dâim Hakk’ı söylemiştir. Fakirin, fukarânın, darda kalanın, açın, tokun, âşığın, mâşuğun pîri olarak yaşamıştır. Tüm ömrünü Allah ve Peygamber’in nurlu yoluna dâvetle geçirmiş, beyitlerinde en çok tevhid yani birlik husûsuna yer vermiştir. Büyük velî, bir beyitinde Allah’a ulaşan yolu şöyle dillendirir:

Çer ağın nûr-ı

Mevlâ’dan yakanlar,

Yerden gökten geçüp, Arş’a çıkanlar,

Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler

Aldanma sakın bu kâinata,

Geç ak u karadan bak nûr-u Zât’a,

Ermek istersen bâkî hayâta,

Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'nin ölüm yılı ve türbesi

Binlerce derviş yetiştiren Hüdâî Hazretleri, 1623 senesinde, 87 yaşında Üsküdar’da Hakk’a yürür. Ömrünü geçirdiği, müridlerini yetiştirdiği, darda kalanlara kapısını ardına kadar açtığı zâviyesindeki türbeye defnedilir. Binlerce seveni akın akın cenâzesine koşar. Talebeleri yetim kalmıştır. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin sevenleri bu gönül sultânını gözyaşı ve keder içinde vuslata uğurlar.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin altısı kız olmak üzere on bir çocuğu olur. Erkek çocukları erken yaşta vefat eder. Bu sebeple nesli, Peygamber Efendimizin neslinin devâmında olduğu gibi kızlarıyla yürür. Sâdece neslin devamı değil kızlarının adı da sünnete uygun olarak Ümmügülsüm, Zeyneb ve Fatma Zehra’dır.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri Hakk’a yürüdüğünde geride altmışa yakın halîfesi vardır. Aziz Mahmud Hüdâî, halîfeleri, yazdığı otuz kadar eseriyle Anadolu ve Balkanlar’da dînî ve tasavvufî hayat üzerinde derin tesirler bırakır. Tekkesi, İstanbul’un en önemli tasavvuf ve kültür merkezi olarak hizmet vermiş, bu dergâhtan pek çok ilim ve fikir adamı, şeyh ve mûsıkîşinas yetişmiştir.

Hüdâî Dergâhı’na bağlı müelliflerin en meşhûru, şüphesiz, Rûhu’l-Beyân isimli eseriyle Bursalı İsmâil Hakkı’dır. Eserlerinde sık sık Hüdâî’den nakiller yapan Bursalı İsmâil Hakkı, pîrini Gazneli Sultan Mahmud ile mukayese ederek sevgisini şöyle dile getirir:

Ey gürûh-ı Muhammedî biliniz

Geldi bu âleme iki Mahmud

Biri Mahmud-i Gaznevî meşhur

Biri Mahmud-ı ma’nevî ma’hûd

İsmâil Hakkı Bursevî, eserinde Aziz Mahmud Hüdâî’yi, tatlı dilli, orta boylu, seyrek sakallı biri olarak tanımlar. Yine meşhur târihçi Naima da, Hüdâî Hazretleri için “tatlı dilli, güzel söz söyler” açıklamasında bulunur.

Yazılı eserlerden anlıyoruz ki, gerek devrinde, gerekse daha sonra yazılan târih ve bibliyografya kitaplarında Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin “kutbü’l-aktâb, sâhib-i zaman, mürşid-i kâmil” gibi unvanlarla anıldığını görüyoruz.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin bıraktığı zengin vakfiyesi sâyesinde tekkesi, ibâret ve külliyesi halkın sığınak ve barınağı olmaya devam etmiştir. Eserlerinin İstanbul kütüphânelerinde birçok nüshasının bulunması halk tarafından hâlâ ne kadar sevilip benimsendiğini gösterir.

Celvetiyye tarîkatı ve diğer tarîkat mensublarınca eserlerinin büyük bir kısmına şerh ve hâşiyeler yapılmış, bazıları da Türkçe’ye çevrilmiştir. Yûnus tarzındaki ilâhîlerine pek çok mutasavvıf-şâir tarafından nazîreler yazılmıştır. Celvetî tekkelerinde şeyhlik eden kimselerin tamâmına yakın kısmı Hüdâî tarzında şiirler yazmış ve besteler yapmıştır. Daha çok ilâhî tarzındaki bu şiirlerinde bazen hece, bazen de aruz veznini kullanan Hüdâî Hazretleri, İbnü’l Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışına bağlı bir mutasavvıftır. Eserlerinde, şiirlerinde ve mektuplarında bu açıkça görülmektedir. İlâhîlerinden bir kısmı bizzat kendisi, bir kısmı da muhib ve müntesibleri tarafından bestelenerek yüzyıllar boyu tekkelerde okunmuş, zikir meclislerinin ve âyinlerinin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir.

Kendisinden sonra pîri olduğu Celvetiyye tarîkatı Selâmiyye, Hakkıyye, Fenâiyye, Hâşimiyye adlı dört kola ayrılmıştır. Tekkelerin kapatılmasına yakın yıllarda, İstanbul’da bu kollara bağlı otuz kadar tekke olduğu bilinmektedir.

Hüdâî Hazretlerinin maddî mânevî ilminin tâlibi oldukça fazladır. Ulemâdan birçokları O’nun müridi olmuştur. Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi ve oğlu Es'ad Efendi, O’nun irşad halkasına katılmışlardır. Hüdâî Hazretlerinin yapmış olduğu bu tefsir ve hadis derslerine iştirak edip de icâzet alan bir hayli dervişi vardır. Halîfelerinden Saçlı İbrâhim Efendi ve Filibeli İsmâil Efendi de bu dervişlerdendir.

Hüdâî Hazretlerinin kadılık ve müderrislik vazîfelerini bırakmış olması bir nevi vazîfe değişikliği sebebiyle olmuştur. Yoksa dîn-i mü’min yolunda ne ilmi bir kenara bırakmak, ne de irfâna meyletmemek doğru değildir. Zîra ilimsiz bir irfan ve irfansız bir ilim, ziyandır. Bu sebeple Hüdâî Hazretleri de tasavvufa girdikten sonra, bir beyitinde şöyle seslenmiştir:

İlâhî çün halas ettin müderrislik kazâsından

Visâlinle lûtfedip kurtar bizi varlık azâbından

Hüdâî Hazretleri sonraki nesillere Arapça ve Türkçe olmak üzere pek çok eser bırakmıştır. Almış olduğu kuvvetli medrese eğitimi, eserlerinin çoğunu Arap lisânıyla kaleme almasına sebep olmuştur.

Şeyh Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin şiirleri, Anadolu’da Yûnus Emre’yle başlayan Tasavvufî Halk Edebiyatı’nın gelişmesinde önemli bir yer tutar. Hüdâî Hazretlerinin yazmış olduğu şiirlerin konusu, diğer mutasavvıf şâirlerin şiirlerinde olduğu gibi, Yüce Allah’ın lütufları ve kudreti, benlik, nefis ve terbiyesi, vahdet ve kesret, hakîkat yolları, ibâdet, aşk, fenâ ve bekâdır. Dünyânın câzibedar güzelliklerine meyletmemek gibi tasavvufa âit temel konuları da içerir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'nin nasihatlari

Yûnus Emre, halk edebiyatımızın öncüsü olması ve şiirlerinin halk arasında büyük teveccühe mazhar olması hasebiyle kendisinden sonra gelen pek çok şâir üzerinde etkili olduğu gibi, Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri üzerinde de son derece tesirli olmuştur. Bu etkinin açıkça görüldüğü şiirlerden biri de şöyledir:

Mecnûn ister Leylâ’yı,

Vâmık özler Azrâ’yı,

N’idem gayrı sevdâyı,

Bana Allah’ım gerek

Bülbül güle karşı zâr,

Pervâneyi yakmış nâr,

Her kulun bir derdi var,

Bana Allah’ım gerek

Yine tasavvufun önemli konularından biri olan âlemden ibret alınması meselesi de Aziz Mahmud Hüdâî’nin, şiirlerinde sıksık işlediği konulardandır.

Hüdâî Hazretlerinin 87 yıllık yaşamı boyunca söylediği her söz, attığı her adım, sevenlerince gönüllere nakş olur. Hak âşıkları, Hüdâî Hazretlerinin beş asırdır dilden dile dolaşan şu nasîhatine hâlâ ibret nazarı ile kulak vermeketedir:

"Ey oğul! Bir mecliste bulunduğun zaman az konuş. Sana sorulmayan şeye cevap verme. Bir şey sorulursa cevâbını bilmiyorsan, bilmiyorum de. Bilmediğine, bilmem demek ilmin yarısıdır. Eğer cevâbını biliyorsan, kısa cevap ver. Sözü uzatma. Mecliste bulunanlara imtihan için bir şey sorma. Onlarla münâzara ve münâkaşa etme. Kendini beğenerek en başa, yukarıya oturma. Edebe çok riâyet eyle. Edepsizlik her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi vardır. Arkadaşlarına cömertlik et ve iyi muamelede bulun. Dünya sevgisini gönülden çıkar. Allahû Teâlâ’nın rızâsına kavuşmak yolunda senin önüne ve yoluna bir şey engel olursa onu terk eyle.

Ey oğul! Dünya ve dünya nîmeti hayaldir. Gökkubbesi altında hiçbir şey aynı hal üzere kalmaz, hep değişir. Onun için dünya malına, makâmına ve dünya hayâtına güvenme. Biz bu dünyâda misâfiriz, yolcuyuz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. Sıkıntın varsa üzülme. Bir an sonra ne olacağımız belli değil."

16. ve 17. yüzyıllara damgasını vuran Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, devrinin en tesirli isimlerinden biri olmuştur. Osmanlı sarayının hürmet ve iltifatına rağmen, ilişkisini her zaman belli bir hukuk ile devam ettirmiş, nasîhat ve doğruluk üzere sürdürmüştür.

Balkanlarda da derin bir iz bırakan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin mânevî müridleri bugün hâlâ kendisinden feyz almakta, O’nun ilim, irfan, teslimiyet, aşk, tevhid ile dolu beyitleri hâlâ gönülleri mest etmektedir. Asırlardır dillerden düşmeyen, güfte ve bestesiyle gönüllerimize meşk ettiren şu beyitler, Aziz Hahmud Hüdâî Hazretlerin ömrü boyunca Allah aşkı ve ateşiyle nasıl bir neş’e ve muhabbete gark olduğunu gösterir niteliktedir:

Sadrı-ı cemi mürselîn

Sensin Ya Rasûlallâh

Bedri-i eflâk-i yakin

Sensin Ya Rasûlallâh

Açan râh-ı tevhidi

Bulan sırr-ı tefrîdi

Hüdâî'nin ümidi

Sensin Ya Rasûlallâh

Bugün bu ve bunun gibi sözlerinin derin tesiri ve muhabbetiyle dünyânın dört bir yanından ziyâretine gelenler, O’nun sözlerindeki derin anlatımla İslâm’ın nûru ile tanışmaktadır. Hüdâî dergâhında beş asırdır, Allah aşkı ve ateşine düşenler fâtihalar okumaktadır.

Kim umar senden vefâyı,

Yalan dünya değil misin?

Muhammed-ül-Mustafa’yı,

Alan dünya değil misin?

İşin gücün dâim yalan,

Çok kişiden arta kalan,

Nice kere boşalarak,

Dolan dünya değil misin?

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri ve  Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî 

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri hayattayken kadri bilinmiş nâdir velîlerdendir. Evliyânın kadrinin vefâtından sonra bilinmesi husûsuna dâir en açık örneklerden biri Âşıklar Sultânı Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî ile biricik oğlu Sultan Veled Hazretleri arasında yaşanan şu hâdisedir:

Bir gün Hz. Mevlânâ Konya sokaklarında oğlu ve dervişleriyle dolaşırken halk Hz. Pîr’in etrâfını sarar, duâlarını ister ve ona muhabbetlerini sunar. Sultan Veled Hazretleri bu ilgiyi tebessümle izler. Oğlunun bu hâlini gören Hz. Mevlânâ sorar:

-Ne oldu Veled, nedir hâlin?

Sultan Veled Hazretleri tebessümünün sebebini açıklar:

-Babacığım pek çok Allah dostunun kıymeti ne yazık ki bu dünyâda bilinmiyor. Siz hayattayken kıymetinizin bilinmesine çok mutlu oldum.

Hz. Mevlânâ oracıkta oğluna duâ eder:

-İnşallah sen ve senin neslin de kıyâmete kadar hürmet ve muhabbet göresiniz.

İşte Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri de yaşadığı dönemde böylesine bir muhabbet ve hürmet görmüş velîlerdendir. O hem halkın hem de Osmanlı pâdişahlarının gönlünün sultânı olmuştur. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, Osmanlı Devleti’nin yükselişinin zirve noktası olarak kabul edilen Kânûnî Sultan Süleyman zamânında dünyâya gelmiş ve yaşamı boyunca sekiz pâdişah görmüştür.

Osmanlı'nın yükselişten yavaş yavaş duraklama dönemine doğru geçtiği zamâna tanıklık eden Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, sultanların âdil, gayretli ve mânevîyat bakımından güçlü olmaları için büyük gayretler göstermiştir. Kargaşadan bunalan devlet görevlilerinin ve halkın Kur’an ahlâkına uygun yaşamaları ve Allah için sabretmeleri gerektiğini anlatmıştır. Bu sıkıntılı zamanlarda kendisine fikir danışan Osmanlı sultanlarına dâima orta yolu tavsiye etmiştir. Maalesef, Yeniçeri ocak nizâmının bozulmaya başladığı ve nihâyet “Genç Osman Vak’ası” ile bir pâdişâhın katledildiği bir süreci de yaşamak zorunda kalmıştır.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin etkisi dönemin birçok diplomatını da O’nun kapısına getirmiştir. Osmanlı ile Hollanda arasında ticârî ilişkilerin başlangıcı daha öncelere uzansa da bu iki devlet arasındaki ilk diplomatik ilişki, 1612'de ilk Hollanda elçisi Cornelis Haga'nın İstanbul'a atanmasıyla kurulmuştur. Aynı dönemlerde "Ömer Ağa" adlı ilk Osmanlı elçisi de Hollanda'da görev yapmıştır. Cornelis Haga'nın I. Ahmed'in huzûruna kabûlünde Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin rolü büyüktür. Zîra Haga, İngilizler ve Venediklilerin de etkisiyle, İstanbul'da bir türlü huzûra kabûlün yolunu bulamaz. Bunu fark eden Halil Paşa, Cornelis'i Üsküdar'a götürerek müridi olduğu Hüdâî Hazretleri ile görüştürür. Bu görüşmede Hüdâî Hazretleri, Haga'nın duruş ve saygısından hoşlanır ve iki gün sonra Haga'nın I. Ahmed ile görüşmesi mümkün olur. Sultan da Haga'nın vakarlı tavrını beğenir ve Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Efendi'nin de fetvâsıyla Hollanda'ya imtiyazlar verilir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, tebliğ yoluyla halktan sultanlara kadar geniş bir etki alanı oluşturmuştur. Yetiştirdiği binlerce müridi ve geride bıraktığı pek çok eseriyle, Anadolu ve Balkanlar’da İslâm’ın güzellikleri ve Kur’an ahlâkının tesis edilmesine büyük katkılar sağlamıştır.

Dünyâca ünlü pek çok seyyah ve yazar O’nun eserlerinden etkilenmiş ve ülkelerinde Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerini anlatmıştır. Bunlardan birisi 1930’lu yıllarda Hüdâî Hazretleri ile ilgili geniş bir araştırma yapan Carl Vett Bir Dervişhâneden İzlenimler adlı eserinde Mahmud Hüdâî Hazretleri için, “O nurlu kaynaklar ki, bir zamanlar doğu ile birlikte bütün insanlığı aydınlatıp, aynı zamanda Ehl-i Kitâba da ışık olan eserler vermiştir.” diye yazmıştır.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, her şeyin ve her olayın Allah’ın insanlara göstermiş olduğu görüntüler olduğunu anlatmış ve kendisi de buna göre yaşamıştır. Eserlerinde, şiirlerinde ve mektuplarında bu açıkça görülmektedir. Bazı pâdişahlarla yapmış olduğu yazışmalar belki de kimsenin söylemeye cesâret edemeyeceği nasîhat ve tavsiyelerle doludur. Hak’tan gayrısından korkup çekinmeyen Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri bu mektuplardaki tavsiye ve nasîhatlerle Osmanlı sarayında daha da hürmet görmüştür.

Hüdâî Hazretleri Hakk’a yürüdükten sonra Anadolu’dan Balkanlara kadar ardında bıraktığı dervişler O’ndan aldıkları edep ve terbiye ile ilimlerini devam ettirmiştir. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri zâhirî ilimlerde ilerlerken Halvetî şeyhlerinin sohbetinden de feyz almıştır. İstanbul, Edirne, Bursa gibi birçok yerde tâ ki Üftâde Hazretlerine mürid olana dek nerede bir Halvetî büyüğünün sohbeti varsa orada bulunmuştur. Zîra hocasına tâbi olduktan sonra üç sene gibi kısa bir zamanda seyr i sülûkunu tamamlamasında da bu sohbetler etkili olmuştur. Bu sebeple Halvetîlik, Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin hayâtına yön vermesi açısından kilit rol oynamıştır. Hüdâî Hazretleri, Üftâde Hazretlerine mürid olduktan sonra Bayrâmiyye tarîkatının bir kolu olan Celvetiyye tarîkatının usûllerine göre hareket etmiştir.

Celvetiyye tarîkatının ilk kurucusu olarak değişik isimler zikredilmişse de bu değişik rivâyetleri telif eden Bursalı İsmâil Hakkı Hazretleri,

“Celvetiyye tarîkatı İbrâhim Zâhid Geylânî devrinde hilâl, Üftâde zamânında yarım ay, Hüdâî asrında ise dolunay durumundadır” diyerek tüm bu farklı söylemlere noktayı koymuştur.

Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretlerine göre insan nerede olursa olsun görür ve görülür bir halde bulunduğundan bir bakıma halvet mümkün değildir. Halvette gizlilik şarttır. Gerçek halvet kulun kendi vücûdunun Allah’a âit olduğunu bilerek benliğinden sıyrılması ve dünyâda açık, görünen her şeyin Allah olduğunu anlamasıdır. Bu idrâke ulaşan bir kimse her yerde ve her şeyde tecelli eden Allah’ı göreceğinden celvette iken bile halvettedir. Bununla berâber Muhyiddin Arabî Hazretleri celvetin daha üstün bir hal olduğunu söyler.

“Celvetiyye tarîkatı Üftâde Hazretlerinin şeyhi Hızır Dede’nin silsilesi, Akbıyık Sultan vâsıtasıyla Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerine ulaştığı için Bayrâmiyye’nin bir kolu sayılır. Bayrâmiyye ile Celvetiyye silsilesinin bu mânâda bir yakınlığı vardır. Bunun yanında Bayrâmiyye silsilesinin Nakşibendiyye ile münâsebeti dolayısıyla Celvetiyye bu tarîkatten de bazı izler taşır. Mesela Nakşibendiyye’deki “nazar ber-kadem”, “halvet der-encümen” ve “hafî zikir” Celvetiyye’de de vardır.

Celvetiyye ile Halvetiyye, zuhurları îtibâriyle İbrâhim Zâhid Geylânî’de birleştikleri gibi daha sonraki silsilelerinde de bir yakınlık göze çarpmaktadır. Bizzat Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri “Bizim tarîkimiz, hem halvetî hem celvetîdir” diyerek Celvetiyye ile Halvetiyye’yi içi içe kabul eder.

Halvetiyye tarîkatının Celvetiyye’ye silsile îtibâriyle olan yakınlığının yanı sıra gâye ve amaç bakımından da birbirleriyle örtüştüğü görülmektedir. Bunun en belirgin örneği her iki tarîkatın benimsedikleri “tevhid ve esmâ” zikirleridir.

Tasavvufun ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve bir makam adı olan "Halvet" ve "Celvet" zamanla tarîkatlara isim olur. Bir Celvetî şeyhi olan İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri, Silsile-i Celvetiyye isimli eserinde Celvetiyye'nin ilk defa İbrâhim Zâhidî Geylânî'den çıktığını ancak tarîkat olarak Aziz Mahmud Hüdâî zamânında kurulduğunu söyler. Halvetiyye'nin bir kolu olan Celvetiyye'nin silsilesi İbrâhim Zâhid Geylânî'de aynı tarîkatın kollarından Zâhidiyye, Safiyyüddîn-i Erdebil'de Safeviyye, Hacı Bayram Velî'de Bayrâmiyye ile birleşmektedir. Celvetî şeyhlerinden Yakup Afvi, Celvetiyye'nin Bayrâmiyye'den doğduğunu söylemiştir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin İstanbul'da çok sayıda müridinin olduğu bilinmektedir. Ayrıca çeşitli bölgelere gönderdiği halîfeleri sayesinde Celvetiyye, özellikle İstanbul, İzmir, Balıkesir, Orta Anadolu ve Balkanlar'da yaygınlaşmıştır. İstanbul, Celvetiyyelerin en yoğun olduğu bölge olmuştur. Balkanlarda en yaygın tarîkatlar arasında yer alan Celvetiyye, ikinci merkez konumundaki Bursa'da ise Üftâde Hazretleri ve torunları ile İsmâil Hakkı Bursevî gibi şeyhler sâyesinde son dönemlere kadar gelmiştir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'nin eserleri

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin eserleri Celvetiyye tarîkatının teşekkülünü ve sistemleşmesini sağlamıştır. Vakıât, Tarîkatnâme, et-Tarîkatü'l-Muhammediyye ve Câmiu'l-Fazâil gibi eserleri, tarîkatın temel kaynakları arasında sayılır.

Celvetiyye'nin, Bursalı İsmâil Hakkı tarafından kurulmuş olan Hakkıyye, Selâmi Ali Efendi'ye nispet edilen Selâmiyye, Kütahyalı Ali Fenâi Efendi'nin temsil ettiği Fenâiyye ve Hâşim Baba tarafından kurulmuş olan Hâşimiyye olmak üzere dört kolu bulunmaktadır. İstanbul'da tarîkat ve tekke faaliyetlerinin serbest olduğu dönemlerde, hemen hemen otuza yakın celvetî tekkesi vardı.

Celvet, halka karışmak, halk ile berâber olmaktır. Celvetîler, halk arasında Hak ile olabilmeyi esas kabul etmektedir. Kulun Hakk'ın sıfat ve vasıflarıyla süslenmesi, kendi varlığından geçmesi ve Hak varlığında yok olmasıdır. Tasavvuf istîlâhı olarak celvet, kulun, Hakk'ın sıfatlarıyla vasıflanmış olarak halvetten çıkışına denmekte iken; O'nun varlığında yok oluşuna da fenâfillâh denir.

Celvet, hayâta ve hâdiselere iştiraktir, rûhun kemâline delildir. Halvet ise, celvetin tamamlayıcısı, celvete geçmek için bir basamak, celvete hazırlayıcı husûsi bir haldir. Celvet sadece bir istîlâhtan ibâret olmayıp bekâ makâmının da bir ifâdesidir. Halvet de fenâ makâmının bir ifâdesidir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerine göre, tarîkatta asıl amaç her an zikre devam etmektir. Celvetiyye tarîkatında esas olan tevhid zikri olsa da, Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinden sonraki dönemde Halvetî zikri olan Esmâ-i Sebâ da önemli yer tutmaktadır Esmâ-i Sebâ'da Allah'ın yedi ism-i şerîfi olan "Lâ ilâhe illallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyum ve Kahhar” isimleri zikrin temelini oluşturuyor.

Celvetiyye, Hz. Ali Efendimiz kanalıyla gelen bir tarîkat olduğu için Cehr-i zikri esas alan Celvetiyye'de Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin "Tevhid zikri" adıyla anılan kelime-i tevhid zikri uygulanıyor. Derviş zikre kendi durumuna göre üç mertebede ve her birine ayrı ayrı niyet ederek devam ediyor. Bu üç mertebe "Allah'tan başka mâbud yoktur", "Allah'tan başka maksadım yoktur" ve "Allah'tan başka sevgili yoktur" olarak sıralanıyor.

Celvet, hakîkat yolcusunun çıkarken geçtiği mânevî mertebe ve makamlara, nefsânî ahlaktan soyunup, ilâhî isimler elbisesini giydikten sonra Rahmânî ahlak ile dönmesidir. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerine göre; “Allah'a varan yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır” sözünün mânâsı da budur. Celvet, aynı zamanda cem’ül-cem makâmıdır. Şöyle ki sâlik, vuslata erince sulûku tamamlanır, fakat makamları tamamlanmış olmaz. Bundan sonra bekâ âlemine yani kesret âlemine döner.

Celvetî tarîkatının tâcı ise 13 terklidir. Tepesi siyaha yakın koyu yeşil renktedir. Ortasında kendi renginden bir düğme vardır. Tacdaki 12 terk, tevhîdin harflerine ve Esmâ-i Hüsnâ-i Aşere’ye, biri de esmâ'dan mazhar olunan isme delâlet etmektedir. Bir başka rivâyete göre, 12 imâma ve bir de Hz. Pîr'in Kutbiyyetine işârettir. Tepedeki düğme de "Nübüvvet-i Muhammediyye” nin ifâdesidir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri ile tam bir tertip ve şekil alan Celvetîlik tarîkatı İslâm’ın ulaştığı her yerde etkili olmuş ve asırlarca birçok Müslüman bu yoldan feyz almıştır. Anadolu’dan Balkanlar’a kadar birçok yerde tekkeler dolmuş taşmış, Allah aşkı ve ateşi ile nurlanmıştır. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin birbirinden kıymetli dervişleri, Allah ve Resûlü’nün sevgisini her yere götürmeye gayret etmiştir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri eserleri ile de hem yaşadığı dönemi hem de günümüzü aydınlatmıştır. Arapça ve Türkçe otuz eseri bulunan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri eserlerinde, Kur’an âyetlerinin açıklaması, ahlâkî fazîletler, Allah’a ve peygamberlere karşı sevgi ve saygı gibi temel konuları ele almıştır.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri şiirlerinde mahlas olarak biricik Hocası Üftâde Hazretlerinin kendisine verdiği ve doğru yola mensub anlamına gelen “Hüdâî” ismini kullanmıştır.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'nin şiirleri

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri ilmî ve tasavvufî eserlerinin yanı sıra Tasavvufî Halk Edebiyatı çeşidinden şiir ve ilâhîler de yazmıştır. Muâsırı Bâkî, Nef’î, Hâletî, Cevherî ve Şeyhülislâm Yahyâ Efendi gibi dîvan edebiyatı şâirlerinden farklı olarak o, şiiri mahz-ı sanat telâkki etmemiş, Ahmed Yesevî, Yûnus Emre gibi tekke şâirlerinin yolunda yürümüştür. Kâfiye için mânâyı terk yerine mânâ için bazen kâfiye ve vezni terk ettiği olmuşsa da şiirlerinin tamamına yakın bir kısmını aruz kalıpları içinde büyük bir ustalıkla yazmıştır. Büyük edebiyat târihçisi Nihat Sâmi Banarlı, “Aziz Mahmud Hüdâî, devrinin hem aruzla hem hece ile söyleyen şâirleri arasındadır” diyerek bunu tescil etmektedir.

Tasavvufî halk edebiyatı grubunda mütalâa edilen tekke şâirlerimizin pek çoğu gibi Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin şiirlerinde de vezin ve şekil bakımından Yûnus tesiri görülmektedir. Hüdâî Hazretleri, Yûnus Emre’den farklı olarak az da olsa Arapça ve Farsça şiirler, Türkçe-Arapça mülemmalar da yazmıştır.

Şiirlerinde serbest fikirleri aksettirmekten çok, şiiri, dînî, ahlâkî bilgileri öğretmede ve öğüt vermede bir vâsıta olarak kullanmıştır. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri bir tekke şâiri olarak daha çok tasavvufî halk edebiyatı tarzında şiirler söylemiş olmakla berâber, dîvan edebiyatına da hâkimdir. Halid Bayrı, “Hüdâî Dîvânı’ndaki felsefesinin plâtonik bir aşk felsefesi olmadığını” buna mukâbil O’nun, Ahmed Yesevî tarzında dindaşlarına yol göstermeyi gâye edindiğini kaydetmekte ve hatta “Hüdâî sanki Ahmed Yesevî ile berâber yaşamış, onunla aynı zamanda yetişmiştir” demektedir.

Bursalı İsmâîl Hakkı da, Hüdâî Dîvânı hakkındaki görüşlerini şu şekilde dile getirmiştir: “Hüdâî’nin üç yüze karîb ilâhiyyâtı vardır ki; cümle hakâyıkı anda remz ve cemî esrârı derceylemiştir Bir vechile ki, bu vâdide, onun fevkinde kelâm-ı manzûm cârî olmak bir ârife mukadder değildir”

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin şiirleri de, Anadolu’da Yûnus Emre’yle başlayan tasavvufî halk edebiyatının gelişmesinde önemli bir yer tutmuştur. Genel olarak bir tespitte bulunmak gerekirse, Hüdâî Hazretlerinin yazmış olduğu şiirlerin muhtevâsını, diğer mutasavvıf şâirlerin şiirlerinde olduğu gibi, Yüce Allah’ın lütufları ve kudreti, benlik, nefis ve terbiyesi, vahdet ve kesret, hakîkat yolları, ibâdet, aşk, fenâ ve bekâ, dünyânın câzibedar güzelliklerine meyletmemek gibi tasavvufa âit temel konuların teşkil ettiği söylenebilir.

Yûnus Emre, halk edebiyatımızın öncüsü olması ve şiirlerinin halk arasında büyük teveccühe mazhar olması hasebiyle kendisinden sonra gelen pek çok şâir üzerinde tesirli olduğu gibi, Hazreti Hüdâî üzerinde de etkili olmuştur. Hazretin bazı dörtlüklerinde Yûnus Emre şiirlerinin şekli, rengi ve deseni açıkça görülür:

Mecnûn ister Leylâ’yı,

Vâmık özler Azrâ’yı,

N’idem gayrı sevdâyı,

Bana Allah’ım gerek

Bülbül güle karşı zâr,

Pervâneyi yakmış nâr,

Her kulun bir derdi var,

Bana Allah’ım gerek

Beyhude hevayı ko

Hakkı bul, gör yahu

Hüdâî'nin sözü bu

Bana Allah'ım gerek

Hüdâî Dîvânı’nın başında bulunan tevhîd ilâhîsi, konusu ve üslûbu îtibâriyle dîvânın genel muhtevâsı hakkında da bilgi vermektedir:

Tevhîd ile olur her derde derman

Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler

Tevhîd ile olur her müşkîl asan

Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler

Şiirlerinde sâde bir Türkçe kullanan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, tasavvufî tema ve kavramları işlerken, o hususlardaki mülâhaza ve mütâlaalarını aktarırken şiirin kendisini gâye telâkki etmemiştir. Bilakis şiiri, duyup zevk ettiği mârifet-i ilâhiyeyi, kalbine mal ettiği hakâik-i İslâmiye’yi başka gönüllere ulaştırmak ve insanlar için lüzumlu, zarûrî hissettiği birtakım nasîhat ve tavsiyelerde bulunmak için bir araç olarak görmüş ve o istikâmette kullanmıştır. Şu beyitleri büyük velînin hem Allah aşkı ile duyduğu zevki anlatmakta hem de o aşk-ı muhabbete dâvet etmektedir:

Dost ile ettiğin ahdi unutma

Gel gönül dost illerine gidelim

Sakın bu fânide sen vatan tutma

Gel gönül dost illerine gidelim

Hakk'dan Hüdâî'ye ihsân olurdu

Her vechile yollar âsan olurdu.

Zerresi gün gibi rahşân olurdu

Gel gönül dost illerine gidelim

Tasavvufun önemli konularından biri olan âlemden ibret alınması meselesi Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin, şiirlerinde sık sık işlediği bir husustur. Tevhid şiirindeki sözleri, irşad nazarlarının dünya hayâtından, ukbâ hayâtına çevrilmesinin lüzûmunu ifâde etmiştir:

Âleme ibret gözüyle bakanlar,

Çerâğın nûr-ı Mevlâ’dan yakanlar,

Yerden gökten geçüp, Arş’a çıkanlar,

Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler

Aldanma sakın bu kâinata,

Geç ak u karadan bak nûr-u Zât’a,

Ermek istersen bâkî hayâta,

Hakk’a tevhîd ile ermiş erenler

İfâde etmek gerekir ki, bu büyük tasavvuf şâirinin tevhîd şiirinde işlediği husus, sadece kelime-i tevhîdi söyleyip de mücmel olarak Cenâb-ı Hakk’ın birliğine inanma şeklindeki bir îman değil, mârifet-ilâhiyeyi zevk ederek, Cenâb-ı Allah’ın birliğini gönlünde duyma şeklindeki bir îman olsa gerektir. Zîra Cenâb-ı Hak ancak tevhîd ile bilinir ve yalnızca tevhîd ile Hakk’a erilir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin tevhîd ilâhîsinden başka şiirlerinde de vahdet-i vücûdu ihsas eden ifâdeler görülür. Fakat O, hiçbir şiirinde bu mevzûyu Yûnus Emre kadar açık işlememiştir Bunun sebeplerinden biri, Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin dînin getirdiği prensiplere ve aynı zamanda Ehl-i Sünnet düşüncesine sıkı sıkıya bağlı olması ve vahdet-i vücûd gibi mevzûların insanlar tarafından yanlış anlaşılmaya müsâit bulunması gösterilebilir.

Hazreti Hüdâî başkaları için fitne unsuru olabilecek söz ve tavırlardan uzak durmuştur. Nitekim o büyüklerden bazıları, kaleme aldıkları nazım ve nesirleri, yanlış anlaşılabilir düşüncesiyle ya yırtıp atmış ya da yakıp kül etmişlerdir. Zîra bu büyüklerin bazılarının sözleri ve halleri yaşadıkları zamanda anlaşılamamış ve darağacında sonlanan yaşamlar olmuştur.

Hüdâî Hazretlerinin dîvânında, Cenâb-ı Hakk’a arz-ı hal ederek niyaz ve talepte bulunduğu pek çok münâcat da yer almıştır Meselâ, onlardan birinde rahmeti sonsuz Rahmân ü Rahîm’in ihsan etmiş olduğu nîmetlere karşı şükür hislerini ifâde eder:

Fazlın ile çünkü ihsân eyledin

Ehl-i İslâm ile ehl-i îman eyledin

Nice lütf u nice ihsân eyledin

Sen inâyet eyle Allah’ım meded

O Zül-Cemâl’in inâyetine sığınır ve biricik Rabb’inden istimdatta bulunur. Hazreti Hüdâî bir başka dörtlüğünde de şükür hislerini tam bir tevhid mülâhazası çerçevesinde şöyle dile getirir:

Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen

Ne verdinse odur dahi nemiz var

Hakîkat üzere anlayıp bilen sen

Ne verdinse odur dahi nemiz var.

Hazreti Hüdâî’nin bu dörtlüğü oğullarının sünnet düğünü münâsebetiyle “dünyâya meyletti” diye kendisine târizde bulunanlara karşı söylediği de rivâyet edilmiştir Bu ve benzeri şiirlerinde de görüldüğü üzere Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin nazımlarında tâvizsiz, dupduru bir tevhid telâkkisi vardır.

Hazreti Hüdâî şiirlerinin bazılarında, kâinâtın, nûrundan yaratıldığı Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’e (s.a.v) olan medh ü senâsını, mutlak aşkını ve tam teveccühünü ilân eder O naatlardan birisinde içinin sesini Resûlullah Efendimize şöyle döker;

Kudûmun rahmet-i zevk ü safâdır yâ Rasûlallah,

Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlallah

Nebî idin dahi Âdem dururken mâ-i tîn içre,

İmâm-ı enbiyâ olsan revâdır yâ Rasûlallah

Hüdâî’ye şefaat kıl, eğer zâhir eğer bâtın

Kapuna intisâp etmiş, gedâdır yâ Rasûlallah

Nitekim öteden beri İslâm’ın rûhî hayâtı demek olan tasavvufta, Efendiler Efendisi’ne gedâ olmak ve bunu her dâim dillendirmek mertebeler üstü bir mertebe ve pek yüksek bir pâyenin îlânı kabul edilegelmiştir. Öyledir çünkü Kasîde-i Bürde sâhibinin de işâret ettiği gibi, Allah dostlarını birer yıldız kabul edecek olursak, Peygamberimiz o yıldızlara bir ışık kaynağı ve bir nur menbaıdır Bir başka ifâdeyle Şemsü’s-Şümûs, Güneşler Güneşi’dir O. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, yine Resûlullah Efendimizden şefaat dilendiği bir başka şiirinde de şöyle seslenir:

Nice bir hasret oduna yanâlim,

Yâ Rasûlüllah şefaat kıl meded,

Kevser-i vahdetten içir, kanâlim,

Yâ Habîballah şefaat kıl meded

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin Resûlullah aşkını anlattığı, asırlardır dillerden düşmeyen, günümüzde de pek çok yerde icra edilen, gönüllerin pasın silen bir diğer şiiri de şöyledir:

Sadr-ı cemî mürselîn

Sensin Yâ Rasûlallâh

Bedr-i eflâk-i yakîn

Sensin Yâ Rasûlallâh

Şâhidin leyl-i isrâ

Sübhânellezî esrâ

Câmi-i cümle esmâ

Sensin Yâ Rasûlallâh

Ey menba-ı lutf u cûd

Yerin makâm-ı Mahmud

Yaradılmışdan maksûd

Sensin Yâ Rasûlallâh

Hüdâî Hazretlerinin dîvânında Türkçe şiirlerin yanı sıra Arapça şiirler, Türkçe Farsça mülemmalar da bulunmaktadır Kânûnî Sultan Süleyman’a nazîre olarak yazdığı söylenen bir mülemması şöyledir:

Hâzin-i esrâr-ı lâhût ol ki sultanlık budur,

Kenz-i lâ yefnâ”ya mâlik ol beğim hanlık budur

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri yaşadığı 1700’lü yıllarda Üsküdar sokaklarını dolduran Osmanlı halkından biri olmuş, insanların nabzını tutabilen, gördüğü aksaklıklara değinmekten geri durmamıştır. Konuşmasını dâima bilge bir edâ ile fakat halkın anlayacağı biçimde yapmıştır. Hazreti Hüdâî dîni ve tasavvufu sûistîmal edenlerin İstanbul’u karanlıklar içerisinde bıraktığından şikâyet eden şiirler de yazmıştır:

Şehr-i İstanbul şerr ü fitneden hâli değil

Zühd ü takvâ vü ibâdet herkesin hâli değil

Uyan gafletden ey gâfil nedir bu nevm-i gafletler

Şu zulmânî Sitanbul’a neden böyle muhabbetler

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri şâirliğinin yanı sıra pîr-i bestekâr olması ile de bilinmiştir. Kendi yazdığı ve bestelediği ilâhîler de dergâhında meşk edilmiş, ardından gelen sanatkârlar O’nun manzûmelerinden besteler yapmıştır. O’nun devrinde tekkede aynı zamanda halîfeleri olan Hafız Kumral, Şaban Dede gibi ünlü müzisyenler zakirbaşılık yapmıştır. Celvetî şeyhlerinin birçoğunun müzikle uğraşması Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin müziğe verdiği önemi ortaya koymaktadır. Âsitâne şeyhlerinden Divitçizâde Mehmed Efendi de 'Tâlib' mahlasıyla yazdığı ilâhîleri bestelemiştir. İstanbul dışında Bursa'daki Celvetîler de mûsıkîye büyük önem vermiş, Celvetî şeyhi İsmâil Hakkı Bursevî, Aziz Mahm

ud Hüdâî Hazretlerinin sazlı ilâhîleriyle kendi yazdığı şiirleri bestelemiştir.

Bir ilâhîsinin, çağdaşı olan Sivâsî’nin mevlidinin kenarına dercedilmiş olması, bazı ilâhîlerinin de mevlid âyinlerinde okunduğuna dâir bir delil olsa gerektir. Ayrıca, Hüdâî Hazretlerinin gazelleri, Vahyî, Sarı Abdullah Efendi, Şerhî ve Sipâhî tarafından tahmîs edilmiştir. Osmanlı sultanlarından III. Mustafa, Hazreti Hüdâî’nin bir beyitini levhaya yazdırmış, Hakk’a yürüdükten sonra da türbesinin başucuna asılmıştır.

Âlâ’ ey gevher-i kân-i risâlet

Sana bin bir salât ile tahiyyet

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin yaklaşık 255 kadar ilâhî tarzında Türkçe şiirinin yer aldığı, bunlardan başka Türkçe, Arapça ve az da olsa Farsça rubâî ve kıt’aları ihtivâ eden Hüdâî Dîvânı, edebiyat sâhasında önemli bir yer tutar.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri yaşadığı zaman diliminde her hâli ve kavliyle olduğu gibi şiirleriyle de birçok gönüle girmiş ve nicelerinde derin tesirler bırakmış yüksek bir şahsiyettir. Zâten, sohbeti hep “cânan” olanların sözlerinin tesir etmemesi de düşünülemez.

Hüdâî Dîvânı 1870 târihinde Külliyyât-ı Hüdâyî nâmıyla Sahhaf Nûrî tarafından, 1919-1921 yılında son Celvetî Şeyhi Mehmed Gülşen tarafından Külliyyât-ı Hazreti Hüdâî adıyla Arap harfleriyle, 1970 yılında Kemâlettin Şenocak tarafından Kutbû’l Ârifîn Seyyid Azîz Mahmud Hüdâî; Hayâtı, Menâkıbı ve Eserleri adıyla ve Türkçe harflerle yayınlanmıştır. Dünyânın muhtelif yerlerindeki yazma nüshalarının sayısı kırka ulaşmaktadır. Bir neşri de Ziver Tezeren tarafından yine Türkçe harflerle 1985 yılında yazılmıştır.

Otuza yakın Arapça ve Türkçe eserin sâhibi Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, devrinin anlayışına uyarak eserlerinin çoğunu Arapça kaleme almıştır. Başlıca Arapça eserleri arasında altı eseri çok mühimdir. Bunlardan Nefâ’isül-Mecâlis, tasavvufî bir tefsirdir. Ancak burada Kur’an âyetlerinin tamamı değil seçilen bazı âyetler açıklanmıştır. Yazmalarının bir kısmı iki, diğerleri üç cilt hâlinde olup en düzgün ve en eski nüshası Süleymâniye Kütüphânesi’ndedir.

Câmiul-Fezâil ve Kàmiur-Rezâil adlı eseri, ilmî, amelî ve ahlâkî fazîletleri anlatan bir eserdir. Hazreti Hüdâî’nin en meşhur ve en yaygın eserlerinden biri olup en eski nüshası Köprülü Kütüphânesi’ndedir.

Miftâhus-Salât Ve Mirkàtün-Necât adlı eseri de namazın fazîlet ve hikmetlerini anlatan bir risâledir. Muhyiddin İbn-i Arabî ve Şehâbeddin Sühreverdî gibi büyük mutasavvıfların fikirlerine de yer verilen bu eserin 1601 târihli en eski yazma nüshası Murad Molla Kütüphânesi’ndedir. Bu risâle de Kâmil Yılmaz tarafından tercüme edilerek İlim Amel ve Seyr ü Sülûk adlı eserin sonunda yayımlanmıştır.

Aziz Mahmud Hüdâî’nin hilkat, varlık ve hakîkat-i Muhammediyye gibi tasavvufî konuları işlediği yaklaşık altmış varaklık bir eseri de Hülâsâtü’l-Ahbâr Fî Ahvâlin-Nebiyyil-Muhtâr’dır. En eski yazma nüshası 1627 târihli olup Hacı Selim Ağa Kütüphânesi’nedir.

Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisini anlatan Habbetül-Mahabbe ise küçük bir risâledir. Ahmed Remzi Akyürek tarafından Mahbûbül-Ahibbe adıyla tercüme edilen bu risâleyi Rasim Deniz yeni harflerle 1982 yılında yayımlamıştır.

Keşfül-Kınâ’ An Vechis-Semâ, semânın meşruiyetini müdafaa için yazılmış olan bu risâlenin 1607 târihli nüshası Köprülü Kütüphânesi’nedir. Eser, Kâmil Yılmaz tarafından tercüme edilerek 1986 yılında neşredilmiştir.

Bunlardan başka Hayâtül-Ervâh ve Necâtül-Eşbâh, el-Fethül-İlâhî, Tecelliyât, et-Tarîkatül-Muhamediyye, Fethül-Bâb Ve Ref’ul-Hicâb, el-Mecâlîsül-Va’zıyye adlı Arapça eserleri de vardır. Şeyhi Hazreti Üftâde’nin sohbetlerinde tutuğu notlardan meydana gelen Vâkıàt adlı eser de Hüdâî Hazretlerine âittir. Yazmaları genellikle üç cilt hâlinde tertip edilmiş olan eserin üzerinde Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin hattı olduğuna dâir bir kayıt bulunan nüshası ise Hacı Selim Ağa Kütüphânesi’ndedir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin belli başlı Türkçe eserleri ise şöyledir:

Dîvan, Dîvân-ı İlâhiyyât olarak da bilinen eserde Hüdâî Hazretlerinin 255 kadar ilâhîsinden başka rubâî ve kıtalar da vardır. Dîvan, Kemaleddin Şenocak ve Ziver Tezeren tarafından ayrı ayrı yayımlanmıştır.

Necâtü’l-Garîk Fil-Cem’i vet-Tefrîk adlı risâle de tasavvuf terimlerinden olan cem ve farkın manzum olarak anlatıldığı bir risâledir.

Tarîkatnâme ise Celvetiyye tarîkatı âdâbını anlatan önemli bir risâledir.

Bu üç eser Nûri adlı bir kişi tarafından Külliyyât-ı Hazret-i Hüdâyî adıyla yayımlanmıştır. Bu neşrin sonunda Hüdâî Hazretlerini kısa bir hal tercümesiyle tarîkat silsilesine de yer verilmiştir. Aynı eserleri, Hüdâyî Âsitânesi’nin son postnişinlerinden Mehmed Gülşen Efendi, başına daha geniş bir hal tercümesi ve Hüdâî Hazretlerinin Arapça et-Tarîkatül-Muhammediyye adlı eserini de ilâve ederek yeniden neşretmiştir.

Mektûbât ise adından da anlaşılacağı üzere Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin III. Murad ve diğer pâdişahlarla bazı devlet erkânına gönderdiği mektuplardır. Çoğu III. Murad’a yazılan 152’si Türkçe, yirmi iki kadarı da Arapça mektuptan oluşan bir nüsha Süleymâniye Kütüphânesi’nde bulunmaktadır.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin vaaz ve nasîhatlerini ihtivâ eden Nesâih ve Mevâiz adlı eser 237 varak olup kırk üç bölümden oluşur. Bilinen tek yazma nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphânesi’ndedir.

Mi’rac hâdisesini âyet ve hadislerin ışığı altında anlattığı Mi’râciyye ise bir risâle olup bir nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphânesi’nde yer almaktadır.

Kendisine bir Fâtiha okuyanın Allah’ın rahmetine kavuşmasını ve bütün kötülüklerden beri olmasını dileyerek vuslata eren Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, asırlarca, aşk olmuş, sır olmuş, hakîkat olmuş, nur olmuş, muhabbet olmuş, dünyâda fânî, Hak’ta bâkî olmuş, hepsinden iyice milyonlarca gönüle girmiş bir gönül eri, gönül sultânı olmuştur.

Kim umar senden vefâyı,

Yalan dünya değil misin?

Muhammed-ül-Mustafa’yı,

Alan dünya değil misin?

Kastedip halkın özüne,

Toprak doldurup gözüne,

Ehl-i gafletin yüzüne,

Gülen dünya değil misin?

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri 87 yıllık ömrü boyunca hem sosyal hayâtın içinde yer almış hem de müridlerine böyle bir hayâtı öğretmiştir. Zîra halvet ve celvet hâli de halk içinde Hak ile olabilmeyi gerektirir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri dervişleriyle Hak yolunu yaşatacak bir vakıf kurmuştur. Böylece, bir taraftan ilim irfan öğrenilirken bir taraftan da sosyal yaşamın içinde insânî ilişkiler güçlenir. Birlik ve berâberlik duygusu, yardımlaşma, dayanışma vakıf yoluyla anlamlı bir hüviyet kazanmıştır. Zîra nerede dara düşmüş biri var ise öğrenilmiş ve bu dayanışma ile ayağa kaldırılmıştır. Zengin ve fakiri buluşturan bir kurum niteliğindeki vakıf, derdini söylemeyen, ümitsizliğe kapılan, yetim ve kimsesizlerin dertlerine derman bulmasına vesîle olmuştur. Kapısına gelen kimseyi geri çevirmeyen Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerine göre bu kapı Hakk’ın kapısıdır ve gelene git denmez. Çünkü bu kapı, Yaradan’dan ötürü yaradılana merhamet, şefkat ve sevginin gösterildiği bir kapıdır.

Bu vakıfla, sadece yardımlaşma değil sosyo kültürel olarak da İstanbul’a büyük bir kültür zenginliği armağan edilmiştir. Zîra Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, 16 ve 17. yüzyıl Türk tasavvuf, dînî ve kültür târihinin en mühim şahsiyetlerinden biridir. Bu vakıf aracılığıyla gerek Üsküdar’da gerek İstanbul’da sosyo-kültür târihinin dünden bugüne yansımaları da açıkça görülmektedir.

Aziz Mahmud Hüdâî Vakfı’nın işleyişi ve çalışma biçimi bize hem dönemin insanlarına dâir toplum dayanışması hem de toplumda meydana gelebilecek sosyal dengesizliklerin önüne nasıl geçilebildiğine dâir ipuçlarını vermektedir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri tarafından tesis edilen külliyede Celvetî tarîkatının dervişleri bir taraftan zikir ve ibâdetle meşgul olurken bir taraftan da gelip geçen misâfir ve yoksulları doyurmuşlardır. Külliye bir ibâdethâne olmasının yanı sıra bir okul, mânevî tedâvi ve sosyal yardım merkezi niteliği taşıyan İstanbul’daki ilk Celvetî Pirevi, Âsitânesi’dir.

Üsküdar Doğancılar Ahmed Çelebi Mahallesi’nde bir tepe üzerinde bulunan külliyenin arsası 1589 senesinde Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri tarafından satın alınmıştır. Hemen inşâsı başlayan külliye 1594 senesinde tamamlanır. Hatta Azîz Mahmud Hüdâî Hazretleri külliye inşaatına yakın olmak maksadıyla Üsküdar’a taşınır.

Azîz Mahmud Hüdâî Hazretleri vakıf bünyesi içerisinde pek çok kimse yetiştirip, toplumsal ve kültürel kalkınmanın önemini de göstermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in emirleri ve peygamberimizin hayâtını esas alarak toplum yaşamının temel unsurunun insan olması hasebiyle insana yapılacak yatırımın en iyi ve hayırlı iş olduğunun bilincindedir. Bu sebeple Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin kurmuş olduğu bu vakıf, halktan sultanlara kadar geniş bir tesir halkası meydana getirmiştir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin dergâhı her zümreden insanla dolup taşmış, dilden dile nakledilen menkıbe ve kerâmetleri halkın gönlünde taht kurmasını sağlamış, ziyâretçileri her devirde artarak devam etmiştir. Hem sağlığında hem de Hakk’a yürümesinin ardından bu zengin vakfiyesi sâyesinde tekkesi, imâret ve külliyesi halkın sığınak ve barınağı olmuş ve onlarca Celvetî tekkesi vakıf hizmetlerini sürdürmüştür.

Celvetî tarîkatı adını, hocası Üftâde Hazretlerinden nakille ilk kullanan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleridir. Tarîkatın anlatılması ve yaygınlaşması için on altı tanesi Üsküdar’da, on biri İstanbul sur içinde, diğerleri sur dışında olmak üzere, otuz kadar tekke açılmıştır. Çoğu doğal âfetler ve ilgisizlik sebebiyle günümüze kadar ulaşamamış tekkeler içinde en önemlisi Hüdâî Hazretlerinin kabrinin de bulunduğu Hüdâî Külliyesi adıyla da anılan, Celvetî Âsitânesi’dir.

1850 yılında Üsküdar Çarşısı’nda çıkan ve külliyenin bulunduğu yamaca doğru yayılan bir yangın sonrasında, Hüdâî Türbesi dışında külliyede bulunan tüm yapılar maalesef yanmıştır. Bu olaydan sonra, türbe bir süre tevhidhâne olarak kullanılmıştır. Yangın sonrasında Celvetî âyinleri bir süre Hüdâî Türbesi’nde icrâ edilmek zorunda kalınmıştır. Ardından 1855-1856 yıllarında, yangından sonra ayakta kalmış türbe de dâhil olmak üzere tüm külliye Sultan Abdülmecid tarafından yeniden inşâ edilmiştir.

Külliyenin yeniden inşâsı aslında Sultan Abdülmecid’in halası Esmâ Sultan vesîlesiyle olur. Zîra müridi olduğu Üsküdar Çarşamba Rufâi Tekkesi şeyhi Nûri Baba’ya pâdişahla birlikte yaptıkları bir ziyâret esnâsında Abdülmecid, bu dergâhı tâmir ettirmek ister. Ama Nûri Baba’nın “Sultânım burası bizi eskitir, biz artık dergâhı âlem-i âhirette yapacağız. Eğer böyle bir arzun var ise Aziz Mahmud Hüdâî Dergâhı dervişleri dört yıldır mukâbeleyi türbede yapmaktalar. Orayı yaptırırsan memnum olurum” demesi üzerine Sultan Abdülmecid tarafından türbe de dâhil olmak üzere külliye ilk yerleşim planı esas alınarak, ancak dönemin mîmârî özelliği olan “ampir” üslupta yeniden inşâ edilir. Bu yenileme sırasında külliyenin geniş mîmârî yapısı ve yerleşim düzeni fazla değiştirilmez. Arsanın güneybatı kısmına bir sübyan mektebi eklenir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri Hakk’a yürüdükten sonra da saray mensubları bu külliyeyi her zaman önemser. 1899-1900 yıllarında Aziz Mahmud Hüdâî Câmii’nin karşısına, Sultan II. Abdülhamid’in mukarriblerinden Lütfi Bey tarafından kütüphâne binâsı inşa edilir. Ayrıca kendisi ve âile efrâdı için bir de türbe yaptırılır.

Bu târihten bir yıl sonra ise külliyenin, masrafları Hazîne-i Hasan’dan karşılanmak üzere tâmir görür ve harem bölümü yani şeyh dâiresi aynı yıl inşâ edilir.

1910 yılında yaşanan bir yıldırım düşmesi netîcesinde Külliye yeniden tâmirat görür. 1925 yılına kadar aynı şekilde kullanımı devam eden külliye, bu târihte kânun dolayısıyla diğer tekkelerle berâber kapatılır. Kapatılışını tâkip eden yıllar boyunca külliyenin câmi bölümü işlevini devam ettirir. Meşrûtalar cami görevlileri ya da vakıf kirâcıları için konut olarak düzenlenir. Mutfak, hazîre, çeşmeler, türbe ve cümle kapısı günümüze aynen gelemedikleri gibi, derviş hücreleri, selamlık, sübyan mektebi gibi işlevini yitiren yapılar da tamâmen yok olur. Öncelikle câmi olmak üzere, 1975 yılında ayakta kalan yapılar Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılır.

1986 yılında Aziz Mahmud Hüdâî Vakfının kuruluşu ile birlikte, külliye geçmiş yıllara göre daha bakımlı bir hal alır.

Aziz Mahmud Hüdâî Külliyesi, Üsküdar Gülfem Hâtun Mahallesi’nde, Azîz Efendi Mektebi Sokak, Azîz Mahmud Hüdâî Efendi Sokak ve Hüdâî Mahmud Sokağı ile çevrilmiş bir alan içinde bulunmaktadır. Külliye geçtiği onca evreden sonra içinde barındırdığı önemli yapılarla günümüze kadar ulaşmıştır.

Hüdâî Hazretlerinin türbesi, kendisi tarafından Hakk’a yürümesinden bir süre önce inşâ edilir. 1850 yangınında, Hüdâî Külliyesi içinde tek kurtulan yapı türbe olmuştur. 1910 yılında Prenses Fatma Hanım’ın isteği ile önündeki camekânlı bölüm eklenmiştir.

Hünkâr Kasrı, 1855 yılında yeniden inşâ ettirilen câminin batı yönüne ekletilmiştir. Bu mahfilin büyüklüğü ve özenli işçiliği “Osmanlı’nın batıya yöneldiği Tanzimat döneminde bile hilâfet kurumu ile tarîkatlar arasındaki sıkı ilişkinin canlılığını koruduğunun göstergesidir.

Aziz Mahmud Hüdâî Külliyesi, Osmanlı devri İstanbul’unun en parlak tasavvuf kültürü merkezlerinden biri olarak anılmıştır. Tekkenin bu özelliği posta oturan diğer şeyhlerce de devam ettirilmiş ve burası her zaman bir ilim ve kültür merkezi olmaya devam etmiştir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin türbesi Hüdâî Avlusu Sokağı üzerinde solda bulunmaktadır. Sonraları buraya bazı ilâveler yapılır, tekke şeyhleri ile âile fertleri de buraya defnedilir.

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin türbesine camlı bir bölme ile girilir. Bu camlı bölme 1918 senesinde Hidiv İsmâil Paşa’nın kızı Fatma Hanım tarafından yaptırılır. Zemini mermer döşemelidir. Altın yaldızlı demir parmaklık içindeki ahşap sandukasının başucuna neftî renkli Celvetî tâcı konulmuştur. Bugün yeşil çuha ile örtülü sandukanın üzerinde türbenin ilk yıllarında kıymetli Kâbe örtüleri, surra bayrağı, parmaklığında Hüdâî Hazretlerinin âsâsı, başucunda gümüş şamdanlar ve mumlar bulunurken bugün bu eserler yıpranma ve çalınma tehlikesine karşı muhafaza edilmektedir. Türbede Hüdâî Hazretlerinin sandukasının dışında on sanduka daha bulunmakta olup bunlar çocuklarına ve bir de torununa âittir. Erkeklerin başlarında ise yine Celvetî tâc-ı şerîfi bulunur.

Aziz Mahmud Hüdâî türbesi, büyük velînin Hakk’a yürümesinden 1925 senesine kadar Celvetiyye mensublarınca bayram arefelerinde, âsitâne şeyhinin riyâsetinde debdebeli bir şekilde ziyâret edilmiştir. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri türbesi İstanbul’daki velî türbeleri içinde en çok rağbet gören ve ziyâret edilen türbeler arasındadır.

Hz. Hüdâî türbesinde, Hüdâî Hazretlerinin kendisinden başka âilesi de medfundur. Hazîrede ise Hüdâî Hazretleri âsitânesinde şeyhlik yapanlar, hanım sultanlar, devlet ve ilim adamları ile bazı hanımlar defnedilmiştir. Dolayısıyla toplumun her kesiminden insanın Hz. Hüdâî’ye komşu olmak istedikleri âşikârdır.

Hz. Hüdâî Âsitânesi’nde, Hz. Hüdâî türbesinden başka Ehl-i cennet Mehmed Efendi, Kânûnî Sultan Süleyman’nın torunu ve Hz. Hüdâî’nin eşi Ayşe Sultan, IV. Murad’ın torunu Fatma Hanım Sultan, Sadrâzam Halil Paşa, Civankapıcı Mehmed Paşa ve Lütfi Ağa türbeleri de bulunmaktadır. Sadrâzam Rusçuklu Hasan Paşa ise sâde bir kabirde yatmaktadır. Osmanlı şeyhülislâmlarından Mehmed İzzed Efendiler de burada medfundur. Âsitânede 24 şeyhden on dördü hazîrede gömülüdür. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hocalarından ve Osmanlı Müellifleri isimli eserin sâhibi Bursalı Mehmed Tâhir Bey ve son devrin meşhur şeyhlerinden Ünsi Hasan Efendi Tekkesi şeyhi, Kadiriyye’den İzzi Efendi’nin de kabirleri buradadır.

Meşâyih kısmında ise âsitâne postnişinlerinden Mustafa Efendi, Mehmed Gülşen Efendi, Rûşen Efendi’nin torunu Mehmed Şemseddin Efendi ile türbedar ve âsâdar Kâmil Dede’nin mezar taşları da bulunmaktadır.

Ulemâ kısmında, Rûşen Efendi’nin oğlu müderris Mehmed Ziyâeddin Efendi, Kazasker Arabzâde Mehmed Amir Efendi, Derviş Ali Rızâ Efendi ve İmam Abdullah Efendi’nin mezar taşları yer almaktadır.

Ricâl-i devlet yani devlet adamları kısmında, Seyyid Mahmud Efendi, ibrâhim Münir Beyefendi, Yâverandan Ali Kırat Paşa, Müşir Manastırlı İbrâhim Paşa ve Kapıcılar Kethüdâsı Osman Efendi’nin mezar taşları bulunmaktadır.

Hanımlar kısmında da Fatıma Şems-i Nur Hanım, Fatma Edîbe Hanım, Âişe Behiye Hanım, Feride Hanım ile Şerife Nefîse Hanım’ın mezar taşları vardır.

Aziz Mahmud Hüdâî Vakfı bugün hâlâ hizmetlerine devam etmektedir. Vakıf, ihtiyaç sâhiplerine, öksüz ve yetimlere kucak açmaktadır. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerini sevenler katkılarıyla hâlâ birçok insana ulaşmaktadır. Vakıf ayırım gözetmeden güttüğü hizmet anlayışıyla, kemiyet ve keyfiyet îtibâriyle fedakâr ve samîmî pek çok gönüllü ile çalışmaktadır. Vakıfta araştırma, öğrencilerin eğitim alması, gıda, erzak, sağlık ve ilaç yardımı gibi birçok alanda hizmet verilmektedir.

Hüdâî Vakfı’nın kuruluşundan bu yana vakıf senedinde belirtildiği üzere, Hüdâî Hazretlerinin vakfiyesine uygun olarak câmi külliyesinde bulunan yemekhânede her gün ortalama, iki yüzü sefer tasıyla evlere götürülmek üzere, beş yüz kişiye yemek çıkmaktadır. Ramazan ayı, mübârek gün ve gecelerde buradan yemek alanların sayısı bini aşmaktadır.

Hüdâî Vakfı ilim hayâtımıza da önemli bir merkez kazandırmıştır. 1993 yılında kurduğu İLAM yani İlim Araştırmalar Merkezi ile çok sayıda akademisyen ve araştırmacının yetişmesine de katkıda bulunmaktadır.

Geride bıraktığı onlarca eseri, şahsiyeti ve üstün ahlâkı ile sevenlerinin gönlünde dört asırdır hâlâ yaşamaktadır Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri.

Neyleyim dünyâyı

Bana Allah'ım gerek.

Gerekmez mâsivâyı

Bana Allah'ım gerek.

Ehl-i dünya, dünyâda

Ehl-i ukbâ, ukbâda

Her biri bir sevdâda

Bana Allah'ım gerek

Hüdâî Hazretlerinin ömrü boyunca tek isteği vuslata ermek olmuş ve neredeyse her şiirinde Hakk’a ulaşma arzusunu dile getirmiştir. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışın” buyuran Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) mübârek sözüne kulak verip gönlünde Allah ve Muhammed aşkıyla her dâim insanlığa hizmet etmiştir. Ardınca sultanların yürüdüğü, Anadolu’dan Balkanlar’a kadar pek çok yerde iz bırakan Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri, üstün ahlâkı ve şahsiyetiyle aşk dolu gönüllerde hâlâ yaşamakta, sevgi ve muhabbetle anılmaktadır. (k.s)...

Yazan: Nevin Şahin

http://www.ankaramasasi.com/haber/824384/anadolunun-manevi-mimarlari-aziz-mahmud-hud-hazretleri
İlginizi Çekebilir

Yorumlar (0)

Yorumunuz İletilmiştir.